10 Aralık 2011 Cumartesi

Rocco e i Suoi Fratelli



Luchino Visconti, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımın önemli yönetmenlerinden biridir. Filmlerini de bu sosyal gerçekçilik çerçevesinde oluşturur. Ancak Visconti’nin trajediye olan ilgisi onun bu filminde Yeni Gerçekçilik anlayışının kurallarına bağlılığından uzaklaştırır. Hatta yer yer melodrama yaklaşan bu film, opera izliyormuş havasında geçer. Bunlara rağmen derin karakter analizleri, başarılı görüntü yönetmenliği ve Nino Rota’nın filmin ruhuna uyan müzikleri bir başyapıt ortaya çıkartıyor.

Film kısaca, Sicilya’dan Milano’ya göç eden bir ailenin, bir arada kalma çabasını anlatır. Anneleri ile beraber Milano’ya taşınan beş erkek kardeşi bir arada tutmaya çalışan Rocco’yu canlandıran Alain Delon, fiziksel yapısının da verdiği avantajla hem filmdeki karakterleri, hem de filmi izleyenleri etkisi altına alır. Ancak şehrin getirdiği sonradan görmelik, köklerini yitirme, para hırsı ve fuhuş gibi etkenler nedeniyle aileyi bir arada tutmak epey zor olacaktır. Yine de Rocco, ailesini bir arada tutmaya yönelik ümitsiz bir çaba uğruna, kendi mutluluğunu feda etmeyi göze alacaktır.

Konu itibariyle sinemamızda bir çok benzer film bulunmaktadır. Zaten Yeni Gerçekçilik akımından en çok etkilenende bizim sinemamız olmuştur. İtalyan ve Türk aile yapısının da birbirine benzerliklerinden dolayı, süresinin uzunluğuna rağmen, bu filmi oldukça seveceğinizden eminim.

Filmi buradan izleyebilir ya da bilgisayarınıza indirebilirsiniz

7 Aralık 2011 Çarşamba

Paris, Texas



Wim Wenders, Alman sinemasının uluslar arası planda adından söz ettiren yönetmenlerinden biri olsa da filmografisinin belli bir çerçevesi yoktur. Hala belli bir anlayışı oturtma arayışı içinde olan ve belirli özellikleri ile tanınan bir yazar-yönetmendir. Onun adını ön plana çıkartan filmleri ise 1984 yapımı Paris, Texas ve 1987 yapımı Der Himmel über Berlin’dir.

Wenders gençliğinde felsefe eğitimi alsa da, bu alanda fazla ileri gidememiş, ressam olmak için gittiği Paris’te ise günde beş film izleyerek, derin bir sinema bilgisine kavuşmuştur. Almanya’ya döndüğünde ise film eleştirmenliği yapmıştır. Bu dönemde onun sinemasına Fransız Yeni Dalga ile beraber her zaman ilgisi olduğu bilinen Amerikan sineması yön vermiştir. Bir süre sonra ABD’ye giden Wenders, burada kariyerinin en başarısız günlerini geçirse de, bu yolculuk onu “Paris, Texas” projesine taşımıştır.

Daha önce çektiği siyah-beyaz yol filmleri ile dikkat çeken Wenders için Paris, Texas ilk renkli yol filmidir. Bu film ile beraber Wenders’in renkleri de ne kadar başarılı kullandığını görürüz.

Paris, Texas’ta modern dünyadaki yabancılaşma, kimlik bunalımı, yalnızlık ve iletişimsizlik gibi konuları elen Wenders, ABD sinemasından ve daha sonra beraber film çekeceği Michelangelo Antonioni’den etkilenmiştir.

Paris, Texas’sın açılış sahnesinde, kahramanımız ıssız bir çölün ortasında, üstü başı hırpalanmış olmasına rağmen kararlı adımlarla yürümektedir. Yolda çevirenler ile konuşmaz ve hiçbir soruya cevap vermez halde bir yerlere ulaşmak istiyormuş gibi yoluna devam eder. Onun bu kararlı şekilde ulaşmak istediği yerin, annesinin ona hamile kaldığı yer olduğunu öğrendiğimizde bu varoluşçu hikayede kahramanımızın bir yeniden doğuşu aradığını anlarız.

Kahramanımızın bu yeniden doğuşu arama uğraşı, küçük yaşta terk ettiği oğlunu bulması ve oğlu ile beraber karısının peşine düşmesi ile devam eder. Yolculuk sonunda karısı ve oğlunu bulan kahramanımız yarım bıraktığı kendini arama yolculuğuna devam ederken, son karede yolun kenarında bir reklam panosunda şu sözler yazar:

“Birlikte başarırız.”

Filmi buradan izleyebilir ya da bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Fitzcarraldo


Werner Herzog yorucu filmleri ile kötü şöhreti nam salmış bir yönetmendir. Bu filminin çekimlerine de Jason Robards ile başlamış, çekimlerin yarıya yakını tamamlanmışken Robards filmden ayrılmış, yerine gelen Mick Jagger ise Robards kadar bile dayanamamıştır. Bu durumda Herzog on üç yaşındayken yanına taşındığı joker oyuncusu Klaus Kinski ile yoluna devam etmiştir. Değişen başrol oyuncuları, filmin çekimlerinin yapıldığı Amazon’un el verişsizliği, hastalıklar gibi aksaklıklar nedeniyle film üç yıl gibi uzun bir sürede tamamlanabilmiştir.

Brian Sweeney Fitzgerald yani filmdeki yerlilerin değimiyle Fitzcarraldo’nun hayatındaki en büyük tutkusu operadır. Yaşadığı ülke Peru da bulunan ormanın derinliklerine opera binası yapmak ve buraya devrin ünlü tenoru olan Enrico Caruso’yu getirtmek istemektedir. Don Kişot’a yaraşır amacına kaynak sağlayabilmek için de zengin olmak zorundadır. Türlü denemelerden sonra iflas eden ya da yeteri kadar para kazanamayan Fitzcarraldo son olarak bu tutkusunu gerçekleştirmek için oldukça zorlu bir yolculuğa çıkacaktır.


Fitzcarraldo’nun bu zorlu yolculuğu gibi filmin yapımı da oldukça zorlu bir süreç sonucu tamamlanmıştır. Senaryo gereği Fitzcarraldo kimsenin izlemediği bir rota izleyerek amazon nehri boyunca ilerler ve gemisini iki nehrin birbirine yaklaştığı bir bölgede, karadan taşır. 320 tonluk buharlı gemiyi karadan yürüterek tepeyi aşırtma sahnesi de dahil olmak üzere filmde hiçbir film hilesi veya özel efekt kullanılmamıştır. Tüm bunların yanı sıra aksiliği ile nam salmış başrol oyuncusu Klaus Kinski filmin yönetmeni başta olmak üzere, set ekibiyle sürekli tartışmalar yaşamıştır. Daha sonra yapım aşamasında yaşanan bu sıkıntılar Burden of Dreams adlı belgesele konu olmuştur.

İzlemesi de, filmi gibi zorlu olan Fitzcarraldo, gerçek sinema lezzeti tatmak isteyenlerin izlemesi gereken filmlerden biri. 

Klaus Kinski'nin delirdiği anlardan birini buradan izleyebilirsiniz.

20 Kasım 2011 Pazar

To vlemma tou Odyssea


"Size bir hikâye anlatacağım. İki yıl önce film çekimi için Delos Adası'nda bir mekân arıyordum. Güneşin altında parlayan o eşsiz harabelerde kırık mermerler ve yıkık sütunlar arasında dolaşıyordum korkuya kapılan kertenkeleler mezar taşlarının arasına kaçışıyor adeta ıssızlığın ortasına çekilip gözden yok oluveriyorlardı. Sonra birden bire bir ses duydum çok derinlerden toprağın içinden geliyor gibiydi. Başımı kaldırdığımda tepenin üzerinde dalları yere doğru eğilmiş yaşlı bir zeytin ağacı gördüm. Öyle heybetli ama bir o kadar yaşlı, dalları sanki köklerini arar gibi toprağa eğilmiş yapayalnız ve yaşlı bir ağaç. Derken büyük bir çatırtıyla devrildi ve Apollon'un taş heykeline çarptı. Heykelin başı tepeden yuvarlandı. Ben ise yürüyordum. Küçük gizli bir geçide ulaştım. Efsaneye göre burası Apollon'un doğduğu yerdi. Polaroid makinemi çıkartıp düğmesine bastım. Fotoğraf çıktığında büyük bir hayretle gördüm ki görüntüde hiçbir şey yoktu. Başka bir açıdan yeniden denedim. Hiçbir şey. Sadece boş negatif fotoğraflar çekiyordum. Sanki bakıyor da görmüyor gibi. Durmadan çekmeye devam ettim ama aynı boş kareler ve kara delikler. Güneş denizin içine battı. Sanki o da terk edip gider gibiydi. Ben de karanlığa battığımı hissediyordum. Film arşivi bana bu projeyi teklif ettiğinde... Bir çıkış yolu olur diye… çok heveslenmiştim. Bir süre sonra vazgeçebilirdim belki ama bir şey keşfettim: Üç bobin film. Sinema tarihinde hiç sözü edilmeyen üç bobin. Bana ne olduğunu bilmiyorum ama bundan tuhaf bir şekilde etkilenmiştim. Bu duygudan kurtulmaya, onu içimden söküp atmaya çalıştım, ama başaramadım. Üç bobin. Belki banyo edilmemiş bütün bir film. Belki de ilk film. İlk bakış... Kaybolmuş bir bakış. Kaybolmuş bir masumiyet. Benim için bir saplantıya dönüştü. Sanki benim filmimdi o. Benim ilk bakışımdı. Uzun yıllar önce yitirdiğim bakış…"

A yıllardır sürgün olduğu Amerika’dan, memleketi Yunanistan’a bu “ilk bakış”ı bulmak için döner. Bir belgesel için Manakis Kardeşler’in kayıp üç bobin filmini aramaya başlayan A’yı  uzun ve zorlu bir yolculuk beklemektedir. Ama yolculuk sırasında arayacağı tek şey bu film olmayacaktır.


Filmin harika olan açılış sekansı kayıp olan üç bobinin hikayesi ile başlar. "1905’te Yunanistan’ın Ardela Köyünde Mikos ve Yanakis Manakis kardeşler tarafından çekilen ilk film, Yunanistan’da ve Balkanlar’da çekilen ilk filmidir. Ama gerçekten öyle mi? Bu bir ilk film mi? İlk bakış mı? 1954 yılının kış aylarıydı. Yannakis Selanik limanında demir atmış mavi bir gemi görmüştü. Geminin limandan ayrılışını görüntülemek istiyordu. Nihayet bir sabah gemi demir aldı. Aynı akşam Yannakis öldü. Negatiflerle ilgili anlaşılmaz şeyler sayıklıyordu üç bobin filmle ilgili. Bunca zamandır o filmlerin niye banyo edilmediği bilinmiyor. Bunca zamandır, ta yüzyılın başından beri." A’nın kayıp üç bobini aramak için ilk durağı memleketi Yunanistan olur ve A’nın geçmişe duyduğu özlem ortaya çıkar.

"Seni böyle ansızın görmeyi hiç ummuyordum bir an için hâyâl görüyorum sandım. Bunca yıldır hep yaptığım gibi. Tren istasyonunu hatırlıyor musun? Yağmurun altında titriyordun, tıpkı şu an olduğu gibi. Rüzgâr oldukça şiddetli esiyordu. Gidiyordum ama niyetim çok yakında dönmekti. Sonra kayboldum. Bilmediğim yollarda dolaşıp durdum. Ellerimi uzatsam sana dokunabilirdim. Biliyorum ve parçalanmış zaman yeniden bütünleşirdi. Ama bana engel olan bir şey var. Keşke sana döndüm diyebilsem. Ama bana engel olan bir şey var. Yolculuk bitmedi henüz. Henüz bitmedi..."

A memleketinde aradığını bulamaz ve Koruçi, Üsküp ve Bükreş’te yolculuğuna devam eder. Yolculuk uzadıkça geçmişine duyduğu özlem giderek artar. Ama harabe haline gelmiş,  yaşanılacak halden uzak Balkanları sevmek için kendini zorlayamaz. Ve Tuna Nehri boyunca Lenin heykelinin yanında kaçak yolculuğuna başlamadan önce bir sevgiliyle vedalaşırken aslında Balkanların Lenin’e kayıtsız vedasıydı söyledikleri: “Evet, ağlıyorum. Çünkü seni sevemiyorum.”

Theodoros Angelopoulos bize bir çok hikaye anlatır bu filmde. Anlatırken de atmosferi oldukça fazla melankolik ve yaralayıcı tutar, bir yandan da müzikleri ile de ağıt yaktırır. Böylece ortaya harika bir şiirsel film çıkarmayı başarır.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Total Eclipse



"Günümüzde moda olan kimi kuramlar ne derlerse desinler, ilkin bir insan yapıtıdır has şiir, onun dünya görüşünü yansıtır, onun varlığının derinliklerinde bulunan güçleri dile getirir. İnsan Rimbaud'nun kimliğinde yanılgıya düşecek olursak şair Rimbaud'yu anlayamayız." Antoine Adam

Burada edebiyatseverlerin büyük beklentilere girmeden izleyebileceği filmlere elimden geldiğince değiniyorum. Kafka, Le Notti Bianche, Juliet et Jim bunlardan bir kaçı. Elbette sinemayı edebiyattan soyutlayamayız. Bu filmimizde altından kolay kolay altından kalkınamayacak bir konuyu Agnieszka Holland başarılı denilebilecek bir şekilde gerçekleştirmiş. Ama yine de keşke daha fazlasını anlatabilseydi demekten kendimi alamadım.

"Göreceksin, uluyacağım sokaklarda. Zırdeli olmak istiyorum. Kesinlikle mücevher gösterme bana, yerlerde sürünürüm, halının üzerinde kıvrılırım yoksa. Kana bulamak isterdim zenginliğimi tepeden tırnağa. Çalışmayacağım asla…"

“Ben bir başkasıdır.” diyen Rimbaud gibi bir beden ve ruhu bu kadar başarılı bir şekilde anlatmak kolay değil. Burada yönetmenin olduğu kadar, performansı ile diğer filmlerinin önüne geçmeyi başaran Leonardo di Caprio’nun da payı var. Rimbaud 16 yaşında şiir yazmaya başlamış ve üç dört ay içinde iki bin yıllık şiir anlayışını ve yazma yöntemini değiştirmiştir. Ancak Rimbaud yirmi yaşında şiir yazmayı bırakır. Rimbaud toprak sahibi bir aileden gelmesine rağmen çalışmayı sevmez, o dünyayı değiştirmek ister. Ancak kaçmak için sürekli fırsat aradığı aile evine her zaman dönmüştür. Bu da Rimbaud’nun yalnızca bir kişiliğe sahip olmadığını gösterir, o her ne kadar aykırı ve inatçı olsa da aynı zamanda bir ana kuzudur.


"Benim üstünlüğümü sağlayan şey, kalbimin olmamasıdır."

Filmde yukarı da anlattıklarıma ve Rimbaud’nun Afrika günlerine çok az değinilir. Filmin ekseni daha çok Rimbaud ve Paul Verlaine’le yaşadığı eşcinsel deney üzerine kuruludur. Verlaine, daha önceden şiirlerini yollayarak zekasına hayran bırakan genç ve idealist Rimbaud'u evinde ağırlar. Rimbaud'nun haşarı ve rahatsız edici tavırları ev sakinleri tarafından hoş karşılanmaz fakat bu durum Verlaine için geçerli değildir. Rimbaud'nun gizemine kapılan Verlaine için Rimbaud devri başlar. Aynı dili konuşan bu iki insanın arasındaki ilişki sadece şair iki arkadaş ilişkisi olmaktan çıkacak ve tüm hayatlarını değiştirecek bir yol izleyecektir.

Diğer biyografik eserlerin aksine vasatın üstünü aşmayı başaran bu filmi, daha önce de dediğim gibi büyük beklentilere girmeden izlemek daha iyi olacaktır.

1 Kasım 2011 Salı

Enter the Void



"Yaşam, yaşam adını almış, fakat gerçekte ölümdür onun adı." Theognis
"Hiç doğmamış olmak insan için en iyisidir." Sofokles

Kısa filmlerle sinemaya kariyerine başlayan Gaspar Noe ilk büyük çıkışını 1998 yapımı Seul Contre Trous ile gerçekleştirmiş, adını uluslar arsı duyuran filmi ise 2002 yapımı Irreversible olmuştur. Bu iki uzun metrajlı filmi, diğer çalışmaları ve filmlerindeki rahatsız edici unsurlar ile kendine özgü bir sinema kitlesi yaratmayı başarmıştı Noe. Ama yine kafalarda soru işaretleri bırakmıştı. Kimine göre kötü, kimine göre iyi bir yönetmendi. Filmleri gibi kendisi de ya çok seviliyor ya da nefret ediliyordu.

Bazı kesimlerin kafalarındaki soru işaretlerini kaldıramasa da 2009 yapımı Enter the Void ile çoğunluk tarafından Noe artık iyi bir yönetmen olarak gösterilmeye başlandı. Ciddi sinema kariyerine 1991 yılında çektiği filmi Carne ile başladığını düşünürsek, Noe 18 yılda sadece 4 film çekmiştir. Bana göre bu dört filmi içerisinde en başarılı olanı Enter the Void’tir.

Enter the Void de dahil Noe, diğer filmlerinde bilindik konular etrafında kendine has sinema tarzı ile gezinmiştir. İyi bir yönetmen olmanın temel taşlarından biride budur. Özellikle Enter the Void de kullandığı kamera hareketleri oldukça başarılıdır.

Noe’nin, Tibet Ölüler Kitabı’nda da esinlediği bu filminde, iki kardeşin hikayesi anlatılmaktadır. Bu iki kardeş geçirdikleri kazadan sonra anne ve babasını kaybetmiştir. Bunun sonucunda Oscar yatılı bir yurda verilirken Linda tanımadığı bir aileye evlatlık gider. Ancak birbirlerine tekrar bir araya gelmek için söz verirler. Ve bir araya geldikleri yer Tokyo olacaktır. Oscar  geçimini uyuşturucu satarak sağlar ve bu sayede de kız kardeşini Tokyo’ya getirir ve olaylar başlar. Noe kendi hayatından da izler taşıyan bu filminde ölüm, hayat, doğum, annelik gibi kavramları bir kez daha sorguluyor.


"İnsanın tüm yaşamı acı ile doludur." Euripides

Filmdeki karakterler için hayat acı ile doludur. İki kardeşin çocukken yaşadığı trafik kazası ve filmin ilerleyen dakikalarında yaşananlar ruhlarında kapanmayacak derin bir travmatik yaralar açar. Herodotus, Trakyalıların yeni doğan bebeği yakarışlarla selamladıkları ve her ölüme sevindiklerini söyler. Filmde de doğum acı getiren bir olay olarak görülürken, ölüm acı dolu bu hayattan bir kurtuluştur.

Yer yer Seventh Seal filminde Bergman gibi varoluşu sorgulayan Noe, filmdeki ölüm yaşam arasında - araf - gidip gelirken kullandığı kamera biçimi de Kubrick’in 2001’ini hatırlatmaktadır. Bunların dışında filmde Haneke ve Lynch’den de esintiler görmekteyiz.

2005 yılında Noe’nin Placebo’nun Protege Moi şarkısına çektiği klip bu filme oldukça benzemektedir. Bu filme hazırlık olarak izlemenizi öneririm.

Filmi buradan izleyebilir ya da bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

Film üzerine bir kaç krtiği daha buralardan okuyabilirsiniz.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Salò o le 120 giornate di Sodoma


“Her şey aşırıya kaçtığında güzeldir.”

Hayatın özü gibi sanatta çelişkilerle doludur ve her sanat eserinde olduğu gibi sinemada da belli bir görüş çerçevesinde birlik yoktur. Sizin hayran olduğunuz bir film başka birine iğrenç gelebilir. Bu da gayet doğaldır. Ancak bazen filmin iyi ya da kötülüğü ile yetinemezsiniz. Sinema tarihi boyunca bir çok yönetmenin filmleri yüzünden başı belaya girmiştir. Kuşkusuz bunların en talihsizi Pier Paolo Pasolini’dir.

Luis Bunuel 1929 yılında çektiği Un Chien Andalou ile sinemaya hızlı bir giriş yapmıştı. Elbette bunun kendisine pahalıya patlayacağını biliyordu. Filmin ilk kez gösterileceği salona giderken, Bunuel ve Salvador Dali, filme karşı çıkacak bir olaya karşın ceplerini taşlarla doldurmuşlar, film yayınlandıktan sonra da Bunuel evinden çıkamaz olmuştu. Çıktığı zamanlarda da belinde iki silah taşıyordu.

Sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olan Tarkovsky bile Zerkalo filminden sonra hakaret dolu mektuplar almış, kendisini polise şikayet edenler bile çıkmıştır. Sinema tarihinde bu gibi örnekler her zaman olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Şimdi talihsiz yönetmenimizin filmine geçelim.

Film her ne kadar Marquis de Sade’nin kitabından uyarlansa da Pasolini’nin kendi hayatından da izler taşır. Bunun yanında filmde geçen konuşmalara bakarsak Baudelaire ve Nietzsche’den etkilenmeler olabilir. Filmin konusu faşizm İtalya’sında geçmesine rağmen olayların geçtiği Salo şehri Nazi Almanya’sının kontrolündedir. Dönemin önde gelen dört zevk düşkünü, sekiz kız ve sekiz erkeği yakalayıp bir şatoya kapatır. Bunlarla beraber dört yaşı geçkin fahişe ile bu gençlere fiziksel, cinsel ve ruhsal işkenceler uygularlar. Filmde geçen şiddet ve sadizm dolu olayların fazlalığı faşist kurumlara yapılan eleştiridir. Bunun yanında kapitalizmi eleştiren sahnelerde vardır.


"Merhamet yok, kan dökmeden."

Filmde geçen pornografik ve şiddet sahnelerinin çokluğu o dönem filmi izleyenlerde bir çok rahatsızlığa yol açmış, filmi sonuna kadar izlemeyi başaramamışlardır. Filmin izlenilmesi halen bazı ülkelerde yasaktır.

Sanırım filmin güzel olan tek yanı Ennio Morricone’nin müzikleri.

“Tüketim, kapitalizmin tamamen yeni devrimci bir biçimi. Hedonizmin keşfi, toplumsal düzenin artık fakirleri istemediği anlamına geliyor. O, tüketebilecek olanları, zenginleri ister; iyi yurttaşlar değil, iyi tüketiciler.
Tüketicilik İtalya'nın tarihinde yaşadığı ilk gerçek birleşme. Bu oldukça korkutucu. Alternatif ne? İntihar. Aydın intiharı diyelim... Öte yandan bu, bir yanıyla asla kabul edemeyeceğim terörizm ve santajın bir parçası. Sanatçı, şair, tam da intihar etmeyen, her şeye rağmen yaşayandır. Sanat her şeyden önce canlıdır. Canlılığın olmadığı yerde sanat olmaz. Aydın intiharı... Hayır, intihar etmiyorum. Üzgünüm.” Pasolini.

Pasolini, bu filminden sonra feci halde dövülmüş ve kafasının üzerinden arabayla geçilmiş halde ki cesedi sahilde bulunmuştur.

Not: 2012 de Federico Bruno yönetmenliğinde çekilecek olan Pasolini'yi anlatan filmde Pasolini'nin katilini kendisi oynayacak. Katil Pino Pelosi konu ile ilgili olarak "mekan aynı, katil de ben olunca geceleri kabus görür hale geldim. Ama cezamı fazlasıyla çektim. Gerçek katili oynamak anlatılması güç bir duygu" demiş.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Le Fantôme de la Liberté


Öncelikle filmin yönetmeni Luis Bunuel ile başlayalım. Bahsedeceğimiz filmde de olduğu gibi Bunuel, daha Un Chien Andalou (1929) ile birlikte sinemanın kurallarını çiğnemeye başlamıştı. Bu daha başlangıçtı, ve Bunuel bu başlangıçla beraber kendi özgü sinemasını yaratan ender yönetmeler arasına adını yazdırmıştı. Bunuel’in filmleri hangi türe girer? Bu soruyu sormak saçmadır, çünkü o, başlı başına bir türdür zaten. Onun filmlerine baktığımızda konformizme karşı protestosunu görürüz. Bunuel’in filmleri uzlaşmaz ve acımasız olsa bile Tarkovski’nin de belirttiği gibi aynı zamanda duygusal ve şiirsel bir bilince de sahiptir. Böylece Bunuel filmlerinde seyirciyle yüzeysel olmayan, aynı zamanda duygusal olarak allak bullak edici bir dille konuşmayı başaran bir sanatçı olduğunu kanıtlamıştır.

Filme gelecek olursak, belli bir özet yapamıyoruz. Belli bir giriş gelişme sonuç olmamasına rağmen, akan olayların ne hakkında olduğunu kavrayabiliyoruz. Kurgu belli bir sinema kuralı çerçevesinde devam etmemesine rağmen, bir süre sonra her şeyin beklenebilir olmasından dolayı özgürleştirici bir tavır ortaya çıkıyor. Bu da Bunuel sinemasının en büyük özelliği.

Özellikle yemek yeme ve çocuğun kaybolma sahneleri ile film, yönetmenin en sıra dışı olan filmlerinden biri olmayı başarabiliyor.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Enter the Dragon


Bir çoğumuzun çocukluğu -özellikle erkeklerin- Cüneyt Arkın’ın filmleriyle geçmiştir. O filmlerde Cüneyt ardı sıra adamları döverken, fonda hep aynı şarkı çalar ve hem Cüneyt’in adamları dövmesi hem de fonda çalan şarkının gazıyla birçoğumuz evin içinde ya da sokağa çıkıp arkadaşlar arasında dövüş figürlerimizi sergilerdik.

Daha sonra gaza gelen milletin sadece bizim olmadığımızı, Kanal D’nin Pazar sabahları ve daha sonra Samanyolu Tv'nin iki hafta bir verdiği Enter the Dragon filmi ile anladım. Tabi, müzik aynı müzik olmasına rağmen, filmde geçen dövüş sahnelerinin daha gerçekçi olması bizi daha çok gaza getirdi orası ayrı.

Enter the Dragon, Bruce Lee, harika film müzikleri ve sekansları ile çoktan efsane olmuş bir filmdir. Ayrıca filmin çekimleri bittikten sonra nedeni belirlenemeyen bir nedenden dolayı Bruce Lee ölmüştür. Belki bu filmin daha çok sevilmesine neden olmuştur.

Böylece bu film ile Bruce Lee'yi tanımış ve Bruce Lee efsaneleri kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştır. Özellikle ölümü üzerine yok artık denecek kadar efsane vardır.

Filme kısaca değinecek olursak, gizli servis Lee'den Han adında bir uyuşturucu patronunun düzenlediği bir dövüş turnuvasına katılmasını ister. Lee geçmişte kız kardeşini öldüren dövüşçünün de yer aldığı bu turnuvaya girmeyi hemen kabul eder. Böylelikle hem intikam alacak hem de uyuşturucu şebekesini ortaya çıkarıp yıkacaktır. Burada Lee’nin yanına iki yardımcı verilmiş, yardımcılardan biri olan afro-amerikan da benim filmdeki favorilerimden biridir.

Aynı zamanda Jackie Chan filmde figüran olarak yer almış ve Bruce Lee tarafından dövüş esnasında öldürülmüştür.

ve işte o efsane müzik:


3 Ekim 2011 Pazartesi

Ratcatcher


Kadın elinden çıkmış bir kaç film izledikten sonra, kadın yönetmenlere ilgim oldukça arttı. Bu yüzden bu aralar daha çok kadın yönetmenlerin ellerinden çıkmış filmler izlemeye özen gösteriyorum. Bunun sonucunda izlediğim filmlerden biri de Ratcatcher.

Glasgow doğumlu bir yönetmen olan Lynne Ramsey, ilk uzun metrajlı filminide, büyüdüğü topraklarda çekerek, oldukça doğru bir iş yapmış. Ramsey fotoğrafçılıktan gelme bir yönetmen ve bu yeteneğini de sinemada başarılı bir şekilde kullanıyor. Kısa filmlerle başladığı sinema kariyerine Ratcatcher, Morvern Caller ve son olarak adını daha çok duyuran We Need to Talk About Kevin ile devim ediyor.

Filme gelecek olursak, konusu bize yabancı değil. Çocuk yaşta olan kahramanımız, yaşadığı olaylar sonucunda ne çocuk kalabilmiş ne de büyüyebilmiştir. Aralarda bir yerlerde saplanmış, bu iki ruh hali içinde gidip gelmektedir. Bunun en güzel örneği de François Truffaut'n Les Quatre Cents Coups filmidir. Haliyle Ratcatcher bu film kadar başarılı olmasa da türün güzel örneklerinden biri olmayı başarıyor.

Filmdeki diğer göze çarpan unsursa, kahramanımızın yaşadıklarından kaçış noktası olarak çavdar tarlasını seçmiş olması. Konusu itibariyle film, J.D. Salinger'in The Catcher in the Rye romanını anımsatıyor.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Rumble Fish


Öncelikle filmin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan başlayayım. Onu Godfather, Apocalypse Now, The Conversation gibi harika filmlerinden tanıyor ve seviyoruz. Ama ona karşı hayranlık beslememe sebep olan filmi ise Rumble Fish. Elbette bu film diğer saydığım filmlerin arkasında kalıyor. Ama izleyiciye verdiği sıcaklık diğerlerinden daha fazla.

Filmde, bu sıcaklığı sağlayan ise bir grup gencin yaşam hikayesi. Olaylar 80lerde geçiyor ve bize oldukça tanıdık. 20li yaşlarda olanlar haliyle bu filmi oldukça seviyor. Bu sıcaklığı sağlayan diğer bir faktör ise şimdilerde çoğumuzun tanıdığı isimlerin o dönem ki gençlik hallerine şahit olmamız. Matt Dillon, Mickey Rourke, Diane Lane, Nicolas Page, Laurence Fishburne ve Sofia Coppola. Bunların dışında Tom Waits ve Dennis Copper'ı da filmde görmek oldukça hoş.

Filmin konusunu kısaca özetleyecek olursak, Rusty James (Matt Dillon) abisinin de bir zamanlar içinde bulunduğu çete savaşlarının tekrar ortaya çıkmasını istemekte ve kendisini bir çete lideri olarak görmektedir. Ancak bu dönem artık kapanmış, gençler uyuşturucuya giderek kapılmıştır. Abisi, The Motorcycle Boy'un (Mickey Rourke) geri dönmesi ile Rusty tekrar bu hayallere kapılmaya başlar.

Filmin konusu oldukça tanıdık. Ancak Coppola bu tanıdık hikayeyi muhteşem esere dönüştürebiliyor. (Bu aralar bu yapabilen bir yönetmen daha var. O da Darren Aronofsky.  Bkz: Black Swan, The Wrestler) Coppola bu filmi abisine ithaf ediyor. Filmde geçen abi kardeş ilişkisi, bir çok abi kardeş ilişkisine yakın olduğu için bence bütün abi kardeşlere ithaf edilebilir.


Tekrar konuya dönecek olursak, Rusty, ortada kendisine idol olabilecek bir baba ve anne bulamayınca, abisini örnek alıyor ve sürekli ona benzeyeceğini söylüyor. Öyle ki onu kızlarla bile paylaşamıyor. The Motorcycle Boy'a gelecek olursak, Rusty James'e hak vermemek elde değil. Mickey Rourke, karizması, sakinliği ve kısık ses tonu ile sinema tarihinin en cool karakterlerinden birini canlandırıyor. Miki filmde kendisininde söylediği gibi çocukluğu beş yaşında bırakmış, herşeyi görmüş geçirmiştir. 21 yaşında olmasına rağmen 30unda gibi gösterir. (Gerçektende Rourke filmde 31 yaşındadır)


Rusty ise bunun tam tersi kaç yaşına gelirse gelsin asla çocukluktan çıkamayacaktır. Baba (Dennis Hopper) Rusty'e, "onun gibi olmak istemezsin. şuna bak; istediği her şeyi yapabilir ama yapacak hiçbir şey bulamıyor." der. Gerçektende Miki'nin bu yaşadıkları artık onun bir ödülü değil laneti haline gelmiştir. Ancak Rusty bunu asla anlayamaz.

Rumble Fish de, Les Quatre Cents Coups filminde de oldugu gibi kacis ve ozgurluk okyanus'u simgeler ve filmde okyanus'ta sona erer.

17 Eylül 2011 Cumartesi

The Maltese Falcon & The Treasure of the Sierra Madre

Bu iki filme baktığımda, ah nerede o eski Hollywood, diye iç çekiyorum. Belki farkındasınızdır Hollywood bu aralar epey sıkıntı içinde. Kaliteli yönetmen sayısı azken, ellerinde bulunan birkaç yönetmeni de gişe filmleri uğruna heba ediyorlar. (bkz: Christopher Nolan) Özellikle özgün senaryo sıkıntısı ilk sırada. Tekrar filmleri, sürekli kitaplardan uyarlamalar –özellikle dünya klasikleri uyarlamaları 2012 ile hız kazanacak– ve en can sıkıcı olan yeniden yapımlar. Neredeyse her Uzakdoğu filmini yeniden çeviren Hollywood, 2009 yılında Yabancı Film Oscar’ını alan El Secreto de sus Ojos filmini de yeniden çekmek için kolları sıvamış. İşin en acıklı yanı ise bu filmin 2009 yapımı olması. Neyse geçelim filmlere.


1941 yapımı olan The Maltese Falcon, John Huston’ın ilk filmi olması üzere, Humphrey Bogart’a da başta Casablanca olmak üzere birçok başarılı filmde oynama şansı vermiştir. H. Bogart bu filmde bir dedektifi canlandırmakta, tabii ki oldukça karizmatik ve cool tavırlar takınmaktadır. Bu filmden bir sene sonra Casablanca da oynadığı rolle de bunu pekiştirmektedir. En önemli özelliği ise elinden sigarasını düşürmemesi, üstünden ise trençkotu çıkarmamasıdır. Bu özelliği ile anti-kahraman karakterlere ilham olmuştur. Bunlar bir tanesi Le Samorai filmindeki Jef Costello karakteridir. Bu örneği vermekteki amacım, bu karakteri canlandıran Alain Delon’un oldukça yakışıklı ve pembemsi bir tene sahip olması ve karizmasının da büyük çoğunluğunun bu özelliklerinden gelmesidir. Ama H. Bogart da böyle özellikler yoktur. Oldukça karanlık yüzlü ve çirkin bir adamdır. Bu da Bogart’ın insanlar tarafından (özellikle erkekler) bu kadar sevilmesinin nedenidir. Bu özelliklerinin var olması Bogart’ın farklı filmlerde başarılı olmasını sağlamıştır. Bunlardan biriside yine John Huston & Bogart birlikteliği olan The Treasure of the Sierra Madre filmidir.

 

The Treasure of the Sierra Madre bana göre J. Huston & Bogart birlikteliğinin en iyi filmidir. Alışılmış Bogart karakterleri dışında bu filmde, Bogart fakir, bencil, paragöz, üç kağıtçı bir rolü canlandırmaktadır. Bu sayede üzgün bakışlı suratı da filmdeki karakterine cuk oturmuştur. Ve bu filmde belki de Bogart en iyi işini çıkarmaktadır. Özellikle filmin ikinci yarısında delirdiği, kendi kendine konuştuğu sahneler harikadır. Filmin genel konusu açlıktan kıvranan üç adamın el ele vererek bu sefaletten kurtulmak için, altın aramaya başlamasıdır. İhtiyar (Walter Huston) daha önce defalarca altın aramış bu işte oldukça tecrübelidir. Altın aramakla ilgili yaptığı bir sohbette Dobbs (Bogart) bunu duyar ve arkadaşı ile bu işi yapmaya karar verir. İşe başlamadan önce çok az paraya razıyken, zamanla iş rayından çıkar ve Dobbs yavaş yavaş delirmeye başlar.

İkinci filmdeki oynadığı rol ile Bogart’ın karizması bütün hayranlarının gözünde yerle bir olmuştur. Bu da rolünü ne kadar iyi canlandırdığının bir kanıtıdır.

Sizde ah nerde o eski Hollywood filmleri diyenlerdenseniz, bu iki filmi izlemenizi öneririm.

The Treasure of the Sierra Madre'yi buradan izleyebilir ya da bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

6 Eylül 2011 Salı

Sherlock Jr, Buster Keaton ve Film, Samuel Beckett


Sherlock Jr. 1924 yılında bugün bile çekilmesi çok zor sahneler bulunduran usta bir komedi filmidir. Kahramanımız sinemada makinist olarak çalışır ancak hayali bir dedektif olmaktır. Sevdiği kızı kaybetmemek için bu hayalini gerçekleştirmek zorundadır. Elbette bunu yaparken başında gelmeyen kalmayacaktır. Her şeyiyle güzel olan bu filmi izlemenizi öneriyorum.

Sherlock Jr’ın 45 dakika sürmesi nedeniyle Buster Keaton’ın yer aldığı başka bir filmi daha size önermek istiyorum.

Sherlok Jr'ı buraya tıklayarak youtube'tan izleyebilirsiniz.

Charlie Chaplin ile komedinin en büyük ustalarından biri olarak gösterilir Buster Keaton. Bu yüzden sık sık Charlie Chaplin ile karşılaştırılır. Bir komedi oyuncusu ve yönetmeni olmasına rağmen Keaton’ın yüzü hiçbir zaman gülmez. Melankolik bir yüz ifadesine sahip olmasına ve hiçbir şey yapmamasına rağmen insanları güldürür. Bu yüzden Chaplin ile ayrılır.

Keaton’ın trajikomik bir hayat hikayesi vardır. 1965 yılında yer aldığı kısa filmde bir nevi kendisini oynamaktadır. Senaryosu Samuel Beckett’ye ait olan kısa film renksiz, müziksiz ve diyalogsuzdur. Anlayacağınız tamamıyla sessiz bir filmdir. Beckett’nin hiçliğe, algılanmamaya, yok olmaya olan özlemini yansıtan bu film Keaton’ın da hayatından esinlenmeler içermektedir.

“Anlama duyulan bu ilgisizlik içinde, bu anlam arayışı da ne oluyor?” Samuel Beckett

5 Eylül 2011 Pazartesi

Kafka


Kafka'yı anlamak kolay değildir. Öyle ki Kafka'nın arzusu hilafina onun metinlerini imha etmeyerek, edebiyat, kültür dünyasına kazandıran arkadaşı Max Brod, bu metinleri Alman ozanı ve yazar Franz Werfel'e okuduğunda, Werfel, "Bodenbach sınırının ötesinde, Kafka'yı anlayan tek kişi çıkmayacaktır." demiştir. Bu yüzdendir, bir edebiyat sınıflandırılmasına olanak tanınmayan Kafka'nın eserleri, onun isminden yola çıkarak, Kafkaesk olarak tanımlanır.

Böyle bir filmin olduğunu ilk duyduğumda oldukça heyecanlanmış ve meraklanmıştım. Çünkü yukarıda da bahsettiğim üzere, sinemaya uyarlanması en zor yazarlardan biridir Kafka. Yine de çok fazla beklentiye girmeden izlenilmesi durumunda, Kafka meraklıları için hoş bir film olacaktır.

Steven Soderbergh, Prag ve Kafka’nın genel temasını filme güzel uyarlamış. Normal olarak kitaplarına bol bol değinme ve göndermeler var. Özellikle Şato’ya oldukça değinilmektedir. Biyografik olarak adlandıramayacağımız bu filmin türüne karanlık bir polisiye diyebiliriz.

Steven Soderbergh’in ikinci uzunlu metrajlı bu filmi bence başarılı. Favori yönetmenlerim arasında yer almasa da, kendisine ön yargılıda değilimdir. Filmlerini de oldukça kişisel bulmaktayım. (Oceans’lar hariç) S. Soderbergh’in seyrettiğim filmleri arasında en hoşuma giden filmi Kafka’yı izlemenizi öneririm.

Ayrıca bu filmin dışında 1962 yapımı Orson Welles filmi Le Proces ve 1997 yapımı Haneke filmi Das Schlob olmak üzere iki Kafka uyarlaması vardır, meraklılarına duyrulur.

"Zavallı Franz Kafka! Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetnamesinde bütün metinlerin yakılmasını talep eden Kafka'nın dramı ne kadar sarsıcı! Bu açıdan bakıldığında Kafka, ahlaken modası geçmiş bir dönemin parçasıydı. Zaten bu yüzden de Kafka bu kadar acı çekti, çünkü zamanına 'ayak uydurmasını' bilemedi." Andrey Tarkovski

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Ta'm e guilass


Zamanında ünlü bir düşünüre sorarlar, “efendim, öldüğünüzde cesedinizi ne yapalım?” Düşünürün verdiği cevap ise şudur; “ben o zaman, cennette viskimi yudumluyor olacağım, ne yaparsanız yapın.”

Filmde ise Bedii Bey cesedine karşı bu kadar vurdumduymaz değildir. İntihar etmeyi düşünür ama öldükten sonra, cesedinin açıkta kalmasını istemez. Toz ve topraktan başka bir şey bulunmayan bir yerde, bir ağacın yanına kendine göre mezar kazar, intiharı burada edecektir ama öldükten sonra üzerinin örtülmesini ister. Bu yüzden Range Rover’ı ile yola düşer ve bu işi yapacak birilerini aramaya başlar.

Varoluş sancıları, yaşama duyulan tiksintinin, ölüm korkularına baskın gelmesiyle başlar. Hayatı Allah’ın verdiğine ve uygun gördüğünde onu alacağına inanırsın, fakat insanın devam edemeyeceği bir an gelir, tükenmiştir ve harekete geçmek için Allah’ı bekleyemez. O yüzden kendisi, harekete geçmeye karar verir. O an, ‘intihar’ın adlandırıldığı zamandır. O zaman ‘intihar’ sözcüğünün, sadece sözlüklere konulsun diye bulunmadığını kavrarsın.

Ölüm-yaşam karşıtlığını sembollerle anlatılmış, hem ölüm hem de yaşam filmde anlamsızlaştırılmıştır. Her şey bir hiç’liğin içerisinde sürüp gitmektedir. Tüm bunların içinde bizim için dayanılması zor bir dünyayı dayanılabilir kılabilmeye hizmet eden şeyler vardır. Eğer bunlarda size bir yol göstermiyorsa, yaşamanın bir anlamı kalmaz. Mutsuz olmak günahtır ve mutsuz olup başkalarını incitmek de.

Tüm bunlara rağmen ilginç bir son bizi beklemektedir.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Hable con ella, Talk to her, Konuş onunla..


Almodovar'ın aykırı bir olayı nasıl olup da seyircinin kabul edilebilir bulacağı ve hatta içini sızlatacağı bir hale sokabildiği hakkında hiçbir fikrim yok hala. Konuş onunla, bunun en güzel örneği ve bana göre yönetmenin en iyi filmi...

Tesadüflerle şekillenen kırık, paramparça bir hatta iki ve belki üç aşk öyküsü bu film.. Cafe müller'in açılış sahnesiyle açılır perde... Alberto Iglesias'ın yaptığı müzikleri, baştan sona büyüleyicidir..

Filmin içinde, filmden bağımsız ve bir o kadar filmin konusuna paralel bir kısa film geçer, Benigno sessiz bir kısa film izleyerek orada hayran kaldığı aşk öyküsünü yoğun bakımdaki Alicia'ya anlatır. Kısa film'de karısnın geliştirdiği zayıflama ilacı yüzünden git gide küçülen bir adamın karısına olan aşkı anlatılır..

Bir saç tokası bazen büyük bir ümidi taşır sevgiliye, kimine göre benigno acımasız biridir, bize göre çaresiz bir aşık.

Film biter, sahnede dans eden çiftler vardır, ordasınızdır. O sahnede... orda öndeki koltuklarda marc'ın yanında belki. Burda bitmemiştir diyerek.. bir iç çekersiniz ve bilirsiniz, hikaye devam ediyor, kaldığı yerden, yaşanıyor.

Kesinlikle izlenesi bir ''aşk''tır, ''konuş onunla''. Bize sevdiklerimizin vaktinin sınırlı olabileceğini son anda bir tokat gibi yüzümüze vurarak gösteren, kırılgan anlatımıyla..

Filmdeki kısa film için.

5 Ağustos 2011 Cuma

Crimes and Misdemeanors


İnsan, hesap vermeyeceğini düşünüyorsa, suç işleyip bununla yaşamaya devam edebilir mi? Bu soru üzerine Allen 1989 yapımı Crimes and Misdemeanors ile karşımıza çıkarken, bu filmden 16 yıl sonra da yine aynı konu üzerine olan Match Point’i çekmişti.

Suç işleyen biri, kanunlardan kaçsa bile en son kendi vicdanı ile kalır. Bunu en güzel örneği Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı. Ancak Allen’a göre insan kendi suçunun cezalandırıcısı olamaz. Allen, Crimes and Misdemeanors ve Match Point filmlerinde bize suçun cezasız kalabileceğini gösterir. Ona göre toplumun hukuki ve ahlaki cezalandırma mekanizmalarından her zaman bir kaçış yolu vardır.

Filmin genel konusu bu olsa bile, Allen’ın diğer filmlerinde olduğu gibi birçok gönderme vardır. Bu filmde özellikle Tanrı ve din üzerine konuşmalar oldukça ilgi çekicidir.

Bunların dışında Woody Allen oyuncu olarak en sağlam performanslarından birine imza atıyor. Ayrıca Allen, Bergman ile özdeşleşen Tarkovski’nin Offret filminin de sinematografisine imza atan Sven Nykvist ile bu filmde beraber çalışmıştır.

29 Temmuz 2011 Cuma

L'eclisse


"Birbirimize aşık olduğumuz sürece anladığımız tek şey, anlaşılması gereken bir şey olmadığıydı."

Eğer ilerde film çekecek olursam kuşkusuz esinleneceğim ilk yönetmenlerden biridir Antonioni. Başıboş yürüyen kadınları bana bu kadar büyük bir zevkle başka kimse izlettirmezdi sanırım. Anlatılması zor konular ve anlatılmaya başladığı anda daha da zorlaşan hikayelerden oluşan bir üçlemesi var Antonioni’nin.

Modern zamanın hastalıklı ilişkileri, duygusal yoksunluk, yabacılaşma, iletişimsizlik, uyumsuzluk gibi konular üzerine yapılmış bu üçleme, koca bir film olan L’avventura ile başlıyor. Daha sonra benim üçlemedeki favori filmim La Notte ve son olarak burada değineceğim L’eclisse ile son buluyor.

L’eclisse’ye gelecek olursak. Üçlemenin her filminde yer alan Monica Vitti’ye (Vittoria), Alain Delon (Piero) eşlik ediyor. Vittoria filmin başında erkek arkadaşından ayrılır ancak bunun neden yaptığını bilmez. Öyle ki bu ‘bilinmezlik’ durumu film boyunca devam eder. Ne istediğini bilen, başarılı, parayla para kazanan Piero artık bir noktadan sonra “bilmiyorum”dan başka kelime bilmez misin sen?” diyerek Vittoria’ya çıkışır. Ancak Vittoria’ya benzer bir durum Piero’da da vardır. Başarılı olmasına rağmen oldukça yabancı ve yalnız bir insandır. Yaşadığı ülkeye bakarken “yabancı bir ülkede gibi hissediyorum” der. Bunun üzerine Vittoria “aynısını bana sen hissettiriyorsun” diyerek Piero’nun yabancılığına vurguda bulunur. “Keşke seni sevmeseydim ya da daha çok sevseydim” diyerek devam eden Vittoria’nın bu cümle ile bilinmezliğini ve arada kalmışlığını hissediyoruz.

Filmde ikili ilişkideki kararsızlık ve yabancılaşmayı besleyen bir de gelişmişlik vardır. Vittoria’nın arkadaşı olan Afrikalı kadın maymunlardan bahsederken, sahnenin borsaya geçip delirmiş insanları göstermesi etkileyici sahnelerden biri. Ayrıca sinema tarihinin en tüyler ürpertici finallerinden birine ancak Antonioni gibi bir usta imza atabilirdi.

Kısacası filmler o kadar iyi ki, çözümsüzlüğü ve farklılıkları ile bize kendilerini hissettiriyorlar.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

The Holy Mountain


Aykırı ve üstün yönetmen Alejandro Jodorowsky’in oyuncularla beraber kendisinin de sette lsd kullandığına dair dedikodular ile sürrealist öğelerin fazlalıkları ile dikkat çektiği filmidir. Bu nedenle Luis Bunuel ve Salvador Dali ile sık sık karşılaştırılır. Filmlerinde gerçeküstü öğeler kullanan Jodorowsky için ‘sayko’ sıfatı cuk oturuyor. Filmleri ile ‘üstüninsan’a dikkat çeken Jodorowsky, The Holy Mountain da olduğu gibi Nietzschevari ‘bu kulaklara ağız değilim’ diyerek kendisine yarışır bir şekilde ‘şok’ bir sona imza atıyor. Filmlerinde bol bol ‘bel altından çalışan’ Jodorowsky, Freud’tan etkilenip, etkilenmediği ile ilgili bir soruya, “psikanaliz insanı ancak bireysel acıdan koparıp kolektif acıya ulaştırmaya yarar” cevabını vermiştir.

The Holy Mountain’e gelecek olursak, yukarıda biraz değinmeme rağmen, bu filmi özetlemek çok güç, her türlü özet bu film için yetersiz ve hatta ‘saçma’ kalıyor.

Kısaca ‘Goodbye holy mountain. Real life waits us’ diyelim.

Ayrıca Thomas Mann'in öyküsünden uyarlanan, A. Jodorowsky'nin ilk filmi La Cravate'i izlemek isteyenler buraya bakabilirler.

Jodorowsky daha yakından tanımak isteyenler için, Bu sene Ifİstanbul’a konuk olarak geldiğinde kendisiyle yapılan söyleşiyi izleyebilirsiniz.

1 Temmuz 2011 Cuma

Le Samouraï


Film harika bir açılış sekansına sahip ve neredeyse estetikten ölecek. Filmin ana karakterini Alain Delon canlandırır, az konuşur, kiralık katillere yakışır şekilde her zaman şık giyinir, rakibine silahına davranması için zaman verir, üstüne ellerini ceplerinden boş çıkarmasına rağmen herkesten önce tetiği çeker. Alain Delon’un bu katkısıyla belki de dünyanın en ”cool” filmi ortaya çıkıyor. Öyle ki başına bir silah dayandırılmasına rağmen kahramanımız cool'luğundan ödün vermez.

“Samurayın yalnızlığı ancak balta girmemiş ormanlardaki bir kaplanın yalnızlığıyla kıyaslanabilir.” Bu söz ile film boyunca kahramanımızın yalnız olacağını anlıyoruz. Yalnız çalışır. Öyle ki evinde beslediği kuş bile kahramanımızın yalnızlığını kimseyle paylaşmaz ve evine giren çıkanı bir şekilde haber verir.

Eğer yaşadığınız şehirde karışık bir metro hattı varsa, kiralık katil olmak için bir avantaja sahipsiniz.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Performance



Yönetmen: Donald Cammell & Nicholas Roeg
Yıl: 1968

Öncelikle şunu söyleyeyim: Film 1968'de çekilmesine rağmen içerdiği görüntüler nedeniyle ancak iki yıl sonra gösterime girebilmiştir. Yani ne kadar ahlak bozucu da olsa, rock'n roll her zaman bir yolunu bulur ve açıkçası, herkesin hayat kıvrımlarına bir parça sızmıştır.

Film, kahramanımızın sadist cinsel eğilimlerinden görüntülerle açılıyor. Kaldı ki, tüm işini iyi yapan ve genelde bunu sağlam felsefi argümanlarla destekleyerek performans sanatçısı olduğunu bile iddia eden psychdelic suçluların ruhunda yer bulan benzer güdüler filmlerde kendini birçok kez gösterir: Stansfield, Scagnetti, Hans Landa... Garip olan, bu tiplerin çoğunlukla suçun karşısında olması gereken ama onu alt etmek için onunla aynı araçları kullanarak sonunda savaştıklarına -hatta daha ileri bir vakaya- dönüşen kişiler olmasıdır. Bu kez kahramanımız tam olarak öyle sayılmaz, bu kez salt bir gangsterle karşı karşıyayız; fakat yine de senaryoyu yazan Cammell ona nefretle bakmamıza izin vermez. Karakter yaratan her sanat yapıtının sahibi bu yavşakça hareketi bize yapar zaten. Neyse.

Başlarda Chas'in performansı ve avukatın konuşmaları iç içe geçer (şimdilerin dahi yönetmeni Nolan'ın, kurgu tekniğinden çok etkilendiğini söylediği Nicholas Roeg bunu çok kez yaşatır filmde). Biri işini hukukla çözmeye çalışırken diğeri işini gidip kendisi halleder. Eh, avukatın konuştuğu kısımlar elektronik gürültülerle sansürlenerek ilki aşağılanır. Nerede durduğunu açıkça gösterir yönetmen. Fakat sonra görürüz ki Chas tüm o karizmasına rağmen biri için çalışan, aslında basit bir adamdır. Yalnızca bir maşadır. Tabii ki onlara ters düşmesi de, ihanet görmesi de kaçınılmazdır. Patronu Harry'nin ters düştüğü insanlara haddini bildirmeye giderken yanına aldığı adamların evini basıp kendisine yaptığı işkenceden kurtulabilen Chas ve izleyici için en sıradışı deneyim filmin burasından itibaren başlar. Herkesin kafayı yediği, sürekli hesaplaşmaların döndüğü o dünyadan; doğu özleminin hakim olduğu, kahvaltıda kızarmış magic mushroom tüketildiği, gözden düşmüş bir pop yıldızı'nın (rolü Mick Jagger oynuyor) ve sevgilisinin halüsinasyonlarının yaşandığı eve adım atar. Başlardaki o her an gidecek adam hallerinden kurtulduğunda aslında varmak istediği yerde olduğunu hisseden Chas, yine de geçmişinden kurtulamaz:

Ölüm anında, ağlayan bebeği kim tutacak kucağında?
Harry Flowers!

Gitmeden önce yapacağı tek iş kalmıştır. Ona o güzel kafayı yaşatan adamı yok etmek: Bir özlemi yitirdiğinden ve bir daha elde edemeyeceğinden emin olmak.

-Filmin sonunda kurşunun Turner'ın beyninde aldığı yolu izlerken karşımıza çıkan ve çerçevesi kırılan portredeki adam J. L. Borges'dir. Filmin iki yönetmeninden biri olan Cammell, zihninde bir Borges portresi olduğuna o denli inanmıştır ki; yaklaşık otuz yıl sonra intihar ederken, eşini, kafasının silahı sıktığı tarafına -Turner'ın beynine giren kurşunla aynı yerdedir bu- bir ayna tutmaya ikna eder ve banyo küvetinde ölümüne kadar süren kırk beş dakika boyunca kafasındaki kanlı delikte Borges'yi arar.

Filmi buradan izleyebilir ya da bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Le huitième jour

Ve sekizinci gün Georges vardı ve çok güzeldi..



          Tanrı dünyayı sekiz günde elbette yaratmadı ama Georges için bunun pek de bir önemi yoktu. Onun dünyasındaki yaratılış bambaşkaydı. Kendisi Down Sendromu ya da Mongolizm denilen bir hastalığa sahip dünyanın en çılgın, en çikolata seven, ayakkabı müptelası adamıydı. Kendisi gibi Mongol olan bir kadını seviyordu. Ve ölmüş annesini bekliyordu. O gelmeyince Georges onun yanına gitmeye karar verdi elinde yağlı boya ile yapılmış bir resimle. Bu resim Georges’un eviydi.
            Hayatı ok işaretleri ile takip etmeyi sevdiği için Harry’nin yanına kadar geldi. Harry iş düşkünü, boşanmış, tatsız tuzsuz günler geçiren biriydi yani Georges’un tam zıttıydı. Ama aralarında oluşan “saf insanlık bağı”ydı. İçinde hastalık yoktu, statü yoktu, yalan pembe olmadığı sürece yoktu. Sadece saf sevgi vardı. İşte bu iki adam kendi hayatlarını yoluna koyamadığı için birbirlerinin hayatını yoluna sokmaya karar verdiler. Hangisi başarılı oldu onu tam da bilmiyorum. İzleyenler ona karar verecek zaten.
            Film çok bilinen, olay yaratmış bir film değil. Ancak her izleyenin sonunda ne de güzel yaptım diyeceği türden bir film. Kahkaha gözyaşı harmanı desem abartmış olmam sanırım. Cannes Film Festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülü alan bu iki adam Daniel Auteuil (Harry) ve Pascal Duquenne (Georges)  bu ödülü sonuna kadar hak etmiştir benim gözümde.
            Fransız-Belçika ortak yapımı filmin yönetmen koltuğunda Jaco Van Dormael oturmakta. Senaryosu da yine bu adama ait.
            Bize insanlığın nasıl olmasını daha doğrusu dostluğun nasıl olmasını sorgulatan bu film kesinlikle izlenmeli. İzlendikten sonra da kocaman gülümsemeli insan. Sekizinci gününüzde yanınızda Georges gibi bir dost olması dileğiyle..

Bir Nefeste Christoffer Boe



sevgili christoffer ben sana bu mektubu yazdığımda çok uzaklarda olacağım, yazmasam da çok uzaklarda olacağım, koduğumun danimarkası uzak çünkü her halükarda.neyse.

bu benim için tek geçerliliktir; eğer yönetmensen, eğer senaristsen; senin bir tarzın olmalı, sana ait bir zeka olmalı, bir mizah olmalı, bir şey olmalı ve bu sana ait olmalı.bu dediğim şeyi aynı şeyleri tekrar etmekle karıştırmayın aman diyim.bu çok önemlidir; coenleri, tarantino'yu, kim ki duk'u, trier'i, jensen', noe'yi, kubrick'i ne bilim reha erdem'i seviyorsam sebebi budur; ve boe'yi sevme nedenim de bu.hele dün festivalin getirisi olarak son filmini de izleyince daha bir sevdim kaarşim christoffer'ı.

"hay piramit kafanı senin chris!"

ilk filmleri güzel olan adamlar güzel adamlardır genellemesi yapmak istemiyorum ama yukarıda saydığım isimlerin ilk uzun metrajları da iyidir hani.boe'ninki de öyle; reconstruction, hem boe'nin ilk uzun metrajı, hem de benim boe'yi tanıdığım film olmasının haricinde, alışıgelmedik bir tarzı olan bir arkadaşımız olan boe'yi tanımak, sevmek için çok güzel bir başlangıç hakkatten.

reconstruction'da karşılaşacağınız aynı karakterin başka karakterleri oynaması, filmin düz değil bazen ters, bazen kesik, bazen eksik, bazen başka yerden devam etmesi, fazlaca ışık oyunlarının olması gibi bıdılar boe'nin tarzını oluşturuyor diyebiliriz.özellikle ışık oyunları -bunun teknik adı ne acaba, ben ışık oyunları dedim gitti.- benim en çok keyif aldığım, boe'nin de en güzel kotardığı güzelliklerden.

allegro'yu izledikten sonra, "ulan bu adam, kafasına göre çekiyor, biz de aptal aptal acaba ne demek istedi diye düşünüyoruz ha..." demişliğim vardır bunu lynch için de çok defa demişimdir; bu kaygı sinemayı öldüren bıdı zaten; film başrol karakterinin ölümü ve kalımı üzerine olmamalıdır; orada ışık, ses, görüntü, senaryo, kurgu, ebesinin ammı, babasının yarra gibi görüp keyiflenecek bir sürü bok var, polat alemdar ölcek mi ölmicek mi kaygım hala sürüyor tabi o ayrı.bunları deyip yaşasın sanat filmi, diğerleri bok profili gibi bişi çizdiğimi sandığımı fark ettim, yok öyle bişi.ben hala, yumurta ne sikko bir film amınakoyim diyorum, ölene dek de dicem herhal.

''andrey tarkovski bir tanridir. onun filmlerinin benzeri yapilamaz. benim yaptigim kiliseye gidip ona dua edip cikip aklimda kalanin filmini yapmak.'' demiş boe. (ekşi'de gördüm, cümleden anlamdan ziyade aklıma "ne de güzel övermiş abisi." demek geldi.hakkaten çokhoş bi övüş diğ mi yea.)




canım christoffer'ın son filmi, alting bliver godt igen'i izlerken aklıma hep ilk paragrafta anlattığım tarz geyikleri geldi.dedim ki tamamdır artık ben christoffer ne çekerse çeksin sevecek ve keyif  alacak kıvama geldim, çünkü bu adamın bir tarzı var ve ben bu tarzı seviyorum.bunun haricinde senaryolara da bir derinlik katma çabasına girmiş ve karakterleri derinleştirmek adına kotarmış da; iyi iyi memleket iyiye gidiyor elhamdülillah.

29 Nisan 2011 Cuma

The Big Lebowski

(FUCK kelimesi ile harmanlanmış bir başyapıt)

But sometimes there's a man,
Sometimes...There's a man..


Bu filmi anlatmak için nerden başlamak gerekir aslında tam da emin değilim dostlar. Ama bir yerden başlamak gerek. Bazen bir adam vardır ona kahraman da demek mümkün ama bu adam kahraman diye onun serseri olması önünde bir engel yoktur. Çünkü her kahraman slip don giyip doğru vatandaş olmak zorunda değildir. O kahramanlardan biridir işte “Jeffrey Lebowski”; yani slip don giymeyenlerden. Aslında onun kahramanlığı, “bu dünyada sadece yaşamak için bulunanlar” için önem teşkil eder. Geri kalanlar için ise; yani amacı bu dünyada kat çıkmak, daha fazla para kazanmak, daha fazla prestij elde etmek için bulunanların kahramanı falan değildir. Aksine boş gezenin kalfalığını yapmaktır.
Jeffrey kendisine “Dude” denilmesinden hoşlanır. Çünkü onun için ismin de pek bir önemi yoktur. Passivist bir adamdır Dude. İşsizlik maaşıyla geçinen ve bowling oynamaktan hoşlanan biridir. Rutin onun hayatından zevk almasını sağlar. Çok fazla değişiklikten hoşlanmaz. Değer verdiği iki şey vardır; biri halısı, diğeri ise White Russian’dır.
Filmin diğer kahramanı ise Walter’dır. Walter Vietnam’da savaşmış ve savaşın travmasını atlatamamış aşırı milliyetçi bir gazidir. Dude’un en yakın arkadaşı ve onun başının belasıdır. Çok fazla hata da yapsa izleyen herkes filmin sonunda Walter’ı sever. Çünkü o lanet olası bir gazidir adamım. Bizler için savaşmıştır.

Filmin konusuna gelecek olursak; Dude, kendisiyle aynı ismi taşıyan Jeffrey Lebowski ile karıştırılır ve iki adam tarafından önce kafası klozete sokulur sonra da çok değer verdiği halısına işerler. Halı önemlidir onun için çünkü odanın görünüşünü tamamladığına inanır Dude. Bu olay üzerine adaşı olan iş adamı Lebowski’nin yanında soluğu alır. Yukarıda bahsettiğim adamlardandır Lebowski yani dünyaya sadece yaşamak için gelmeyenlerden... Dude’u halı konusunda azarlasa da birkaç gün sonra ona bir iş önerir. Karısını kaçıran adamlara fidyeyi teslim etmesini ister. Bizim Dude kabul eder. Çünkü Dude için kolay bir iştir bu. Ancak olaylar hiç de beklenildiği gibi gelişmez. Dude ve Walter için macera işte tam da burada başlar..
Filmin mutfağına inecek olursak; Coen (Ethan ve Joel) kardeşlerin yazıp aynı zamanda yönettiği filmdir. Ana oyuncu kadrosunu Jeff Bridges (Dude), John Goodman (Walter), Julianne Moore (Maude), Steve Buscemi (Donny) Philip Seymour Hoffman (Brandt)  ve John Turturro (Jesus) oluşturmaktadır. 
Film'in müziklerinde ise Credence Clear Water Revival, Bob Dylan, Gipsy Kings gibi baba isimlar vardır.
Film hakkında son birkaç söz:  Bu filmi kült ve efsane yapan diğer bir unsur filmden sonra ortaya çıkan “Dudeism” akımıdır. Kendi sitesinden Dudeism sertifikası alıp gururla duvarınıza asabilirsiniz. Filmin sonunda yüzünüzde kocaman bir gülümseme, John Turturro’nun yarattığı Jesus karakterine şapka çıkarma, Cast akarken çalan müzikte çılgınca dans etme gibi etkinliklerde bulunabilirsiniz. Arz ederim..

27 Nisan 2011 Çarşamba

Jules et Jim




Karakter: Catherine
Yönetmen: François Truffaut

Yıl: 1962

Bana, seni seviyorum, dedin. Ben sana, bekle, dedim.

Al beni, diyecektim. Sen bana, git, dedin.

Ménage a trois ilişkisinin kilometre taşlarından biri bu film. Jules ve Jim arasında kalan Catherine'i, "kendini felaketlerle ifade eden bir doğa olayı" diye tanımlar yönetmen Truffaut. Bir kadının kaçınılmaz kopuşundan doğan cehenneme* iki hayta kafadar'ı davetinin öyküsüdür. Her kadın gibi farkına varamadığımız hatalarımızı bize söylemek ya da belli etmek yerine yalnızca bedelini ödeten tavrının (ama bağışlanmak isteyen herkes hatasını öğrenmek isteyecektir) yanında "kadın doğaldır, yani korkunçtur" diyen Baudelaire'i doğrulayan bir hali vardır. Beyaz perdede olmasa kendisini nefretle karşılayacağımız bir kadın Catherine. Tıpkı Tolstoy'un Karenina'sı gibi. Onunla aynı sonu paylaşır da zaten. Dostoyevski'nin deyişiyle bu, öykü anlatıcılarının, toplumun öykü tarafından incitilen ahlak duygularını tamir etmek için o karakteri kırbaçlamak zorunda kalışındandır. Bizde öfke uyandıran, canımızı fazlasıyla sıkan baş karakter ölmelidir. Bazarov ölmüştür, Dorian Gray, Svidrigaylov, Thomas Glahn, Kaptan Ahab, Filippovna, Bovary ölmüştür. Fakat yine de sanat niçin vardır? Anlamak için. Ki anlamak bağışlamaktır.** Yitik bir bağışlama, işe yaramaz. Ama hayata dair bir anlamı da olmalıdır bunun.

Ve öykünün bir ayağı da İkinci Dünya Savaşına dokunur. Jules ve Jim'in tek ortak noktası, hatta trajedisi haline gelen Catherine cepheden gelen (biri Alman, diğeri Fransız ordusundadır) mektuplarda onların birbirlerine dair korkularına da tanık olur. Gerçek şu ki, bir kadın kendini yakın hissettiği erkeğin korkularına şahit olmak istemez. Fakat savaşın en sarsıcı özelliklerinden biridir işte bu; insanları tam anlamıyla tanıyabilmeniz için size fırsat sunar. Tıpkı sefalet durumunda olduğu gibi. Zaten ikisi aynı anlama geliyor çoğu kez. Ve savaş uzadıkça sefalet de artar: "Fransa'da savaş uzadıkça etekler kısalıyordu. Her izinde bir karı koca kavgası çıkıyordu; askerler alaya alınıyormuş hissine kapılıyorlardı. Ama aslında bunun nedeni kumaş bulmanın giderek zorlaşmasıydı." Bu öğretici deneyimlerden sonra kişi cephede delik deşik etmek istediği türe, insana tekrar tutunmak zorundadır. Bu eylemin yegane karşılığı yine Catherine olacaktır ve böylesi bir tutunuşun insanda yarattığı ontolojik boşluğu dolduran duygu, sonradan bir farkındalık durumuna yol açacak hayranlıktır:

-Ondan bir kraliçeymiş gibi söz ediyorsun.
-O zaten bir kraliçe. Seninle açık konuşayım. O çok güzel, akıllı, dürüst değildir ama gerçek bir kadındır. Sevdiğimiz, bütün erkeklerin arzuladığı bir kadın. Neden bu kadar aranılan Catherine, ikimizi onurlandırıyordu varlığıyla? Çünkü ona eksiksiz bir ilgi gösteriyorduk, bir kraliçeymişçesine.

Catherine ne istediğini bilmemenin değil, bir şey isteyememenin acısını çekiyordu. Kurtulmanın tek bir yolu vardı, dünyada yaşadığı bu cehennemden, kutsal kitapların bahsettiği bir diğerine en son istiyormuş gibi davrandığı adamı da yanına alarak gitmek.

* Hep düşünüyorum: "Acaba cehennem nedir?" Ve iddia ediyorum, cehennem, sevememekten ötürü acı çekmektir. -Karamazov Kardeşler, Fyodor Dostoyevski.
** Kim anlıyor peki onları? Ben değil, çünkü anlasaydım her şeyi bağışlardım. Anlamak bağışlamak demektir. -Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Ernest Hemingway.