31 Ağustos 2012 Cuma

Idi i smotri



 
"Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?" Cesare Pavese.

“Savaşın sonunu sadece ölüler görür.” Platon.

Film, iki çocuğun Belarus’ta kırsal bir alanda silah araması ile başlar. Polonya sınırı yakınlarında Naziler ile çatışan Partizanlara katılmak için silah bulmak zorunda olan Florya, aradığına ulaşır ve köyünü terk ederek Partizanlara katılır. Bir süre kampta vakit geçirdikten sonra acemi olduğuna karar verilir ve geride bırakılır. Kampta tanıştığı Glasha ile köyüne dönmeye karar verir ancak artık hiçbir şey bıraktığı gibi değildir.

Florya, film boyunca bir karabasana tutulmuş gibi dolaşır. Gördüğü ve yaşadığı olaylar yüzünden hem fiziksel hem de psikolojik olarak yıpranmaya başlar. Yönetmen Elem Klimov savaşın acımasızlığı öyle bir anlatır ki Florya kadar sizde gördüklerinizden sarsılırsınız. Klimov filmi Florya’nın kişiliği üzerinden değil, başından geçen serüvenlerin ve bulunduğu yerlerin çeşitliliği ile yoğunlaştırarak anlatır. Klimov’un sinemasında savaş acımasız ve sinirleri bozan bir gerçekçiliğe dayanır. Belki de bu yüzden filmin adı “ Gel ve Gör ”dür.

Film, senaryosunu da yazan Ales Adamovich'in başından geçenlere dayanan gerçek olaylardır. Bir savaş filmi ne kadar tarafsız olabilirse, bu filmde o kadar tarafsızdır. Ancak filmde kazanan yoktur. Zalim olanla savaşan da aynı oranda zalimleşir. Hayatta kalmanın çok zor olduğunu bu savaşta, yalnızca ölüm, vahşet, rastlantısallık ve mağlubiyet vardır. Öyle ki gerçekte de 15 milyondan fazla Rus askeri, 10 milyondan fazla da Alman askeri bu savaşlar sonunda ölmüştür.

Tüm bu anlatılanların yanında Klimov gerçekçiliğin yanında sürrealist yöntemlere de başvurur. Özellikle filmin birinci bölümde Tarkovski’nin elinden çıkmış gibi duran düşsel bölümler yer alır. Zaten film Tarkovski’nin de kullandığı Sovyetler Birliği’nin ve aynı zamanda Avrupa'nın da en büyük ve eski film stüdyolarından biri olan Mosfilm Stüdyosunda çekilmiştir.

23 Ağustos 2012 Perşembe

La haine



“Sonsuzluğa geçebileceğim büyük bir tramplen adımı atabilirim, sırtım ip cambazların ki gibi çocukluğumda büküldü, bu nedenle bu adımı atmak benim için kolay değil. Bir, iki, üç, var oluş içinde baş aşağı gidebilirim; ancak bir sonrası benim ilerimde, ben mucizeyi gerçekleştiremem, yalnızca mucizeyi hayrette kalabilirim.” Soren Kierkegaard

“Bu, elli katlı bir binadan düşen adamın hikayesi. Adam kendini rahatlatmak için, sürekli şöyle diyormuş: "Buraya kadar her şey yolunda." Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.”

Binanın tepesinden aşağı doğru düşüyoruz. Kaç yıl oldu. Yaşamının kaçıncı katındasın. Varoluş içinde baş aşağı gidiyoruz, ancak önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.

La Haine, Paris’in gettolarında yaşayan bir Kuzey Afrikalı çocuğun polis tarafından öldürülmesi ile başlayan olaylarda, bir polisin silahını kaybetmesi ile başlar. Bir günü anlatan filmde bu silahı bulan Vinz ve arkadaşları Said ile Hubert’in hikayesini izliyoruz. Fransa’da yaşanan toplumsal olaylara dayanan film, aynı zamanda evrensel bir dile sahip. Tüm bu yaşanan olayların yanında yönetmen Mathieu Kassovitz varoluş üzerine bir şeyler söylemekten geri kalmaz.

Çehov’un meşhur “tiyatroda asılı duran tüfek” metaforu nedeniyle Vinz’in tüm film boyunca elinde gezdirdiği silahın ne zaman patlayacağını merak ediyoruz. Vinz, Said ve Hubert aslında film boyunca binanın tepesinden düşmektedirler ve silahın patladığı an onların yere çarptıkları an olacaktır.

Filmin süresi nispeten kısa olmasına rağmen, Kassovitz’in başarılı kamera yönetimi ile beraber toplumdan uzaklaşma/ötekileşme üzerine tuvaletteki amcanın anlattığı hikaye başta olmak üzere bir çok ilginç ve güzel ayrıntı filmde mevcut.

17 Ağustos 2012 Cuma

Oslo, 31. August



Joachim Trier’in kariyerinde şu ana kadar iki kısa ve iki uzun metrajlı film yer almakta. Sadece bunlardan birini izlemem, bir Joachim Trier hayranı olmama yetti.

Cléo de 5 à 7 filmini izleyenleriniz varsa bilirler, Cleo filmde bir kanser hastasıdır, ölümü hissetmeye başlar. Ünlü bir şarkıcıdır, çok güzeldir öyle ki sokakta yürüdüğünde herkes ona bakmaktadır. Bir şapka dükkanına gider ve bütün şapkaları dener, hangi şapkayı denerse denesin güzel göründüğünden emin olmak ister ve her denediği şapka onu daha güzel göstermektedir. Nafile, bunlar onu avutmamaktadır, onun her zamankinden daha fazla desteğe ihtiyacı vardır. Filmde olaylar iki saatte gerçekleşir ve Cleo filmin sonunda aradığı desteği hiç tanımadığı bir adamda bulur.

Oslo, 31. August filminde ise olaylar 30 Ağustos sabahı başlar ve 31 Ağustos sabahı biter. Bu süre boyunca Anders de bir avuntu, bir destek arar, onu hayata bağlayacak bir şey. Ancak Anders’i bekleyen son Cleo’nunkinden farklıdır.

"İnsan kendini yok etmek istiyorsa, toplum bunu yapmasına izin vermeli."

Film, başlangıcından itibaren sadece Anders de olmayan, filmin genel havasına yayılmış, bir varoluşçu düzlemde devam ediyor. Anders bir uyuşturucu bağımlısıdır ve bir rehabilitasyon merkezinde tedavi görmektedir. Rehabilitasyon merkezinde gerçekleşen toplantıda geçen konuşmalar, uyuşturucu kullanan bu insanların aslında hayatta bağlanacak başka bir şeyleri olmadığını ve bağlanma ihtiyacını giderecekleri bir şeylere ihtiyaç duyduklarını anlıyoruz.

Olayların gerçekleştiği 30 Ağustos sabahı Anders iş görüşmesi için Oslo’ya gider. Oslo’ya gitmesi ile beraber yaşanan olaylar Anders’in neden bu durumda olduğunu daha iyi anlamamızı sağlar. Aslında bu film Anders’in olduğu kadar Oslo’nun da filmidir. Anders’in varoluşçu yaşamına odaklanırken Trier, Oslo’nun güzelliklerini de yansıtmaktan geri kalmaz.

Anders’in Thomas’la yaptığı yürüyüş ve kafede geçen sahneler Fransız Yeni Dalga ve M. Antonioni filmlerinden çıkmış gibi görünüyor. Bunun yanında olaylar yaz mevsiminde geçmesine rağmen soğuk İskandinav atmosferi filmi daha başarılı kılıyor.

Filmle ilgili yazılacak o kadar çok şey var ki ama içimden gelmiyor. Film hakkında daha fazla okumak istiyorsanız, bunlara bakabilirsiniz.


14 Ağustos 2012 Salı

The Oxford Murders


 
Konuşulamayan ve üzerine mantık yürütülemeyen konularda susulmalıdır!"

Hayatım boyunca hep matematik oyunları yapmak istemişimdir. Çözümü sayfalarca süren matematik hesapları içerisinde boğulmak. Ama hiçbir zaman istediğim düzeyde matematik zekaya sahip olamadım. Gerçi üniversitede iken Matematiksel İktisat adında bir ders için çözümleri yaklaşık altı sayfa süren sorular çözmüştüm ama onlarda mantık çerçevesinde değil tamamen ezbere dayanan çözümlerdi. Bu yüzdendir ki borsa, finans gibi iş alanları okuduğum bölümle ilgili olsa da herhangi bir mühendislik bölümü bitiren biri benden daha avantajlı oluyor.

Pi, A Beautiful Mind, Zodiac tarzı filmlerde karakterlerin filmdeki olayları rakamlar ve semboller ile çözmeye çalışmaları hep hoşuma gitmiştir. The Oxford Murders bu saydığım filmler kadar başarılı olmasa da istenilen havaya biraz da olsa yakalıyor.

Sinefiller yönetmen Alex de Iglesia’yı The Day of the Beast filminden bilirler. Açıkçası benimde izlediğim tek filmi bu. Bu filme göre The Oxford Murders oldukça vasat. Bu yüzden bu filmden önce, Alex de Iglesia’yı tanımak için birkaç erken dönem filmini izlemenizde yarar var.

“Mantıkta hiçbir şey rastlantısal değildir: Şey, olgu bağlamında yer alabiliyorsa, olgu bağlamının olanağının şeyde zaten önceden ayırt edilmiş olması gerekir.”

Açıkçası söylemem gerekirse, filmi, Ludwig Wittgenstein adının geçtiğini öğrendiğimde izlemeye karar verdim. Filmin başlangıç sahnesi de Wittgenstein üzerine yaşanan bir olay ile açılıyor. Daha sonra 1993 Oxford’una geçiş yapılıyor. Martin (Elijah Wood) hazırladığı bir tezde kendisine yardımcı olması için Oxford’a ünlü profesör Arthur Seldom’ın (John Hurt) yanına gitmeye karar verir. Bu açıdan bakıldığında filmin temel hikayesi ile Wittgenstein’ın hayatı arasında benzerlikler başlıyor. Wittgenstein daha önce kitaplarını okuyup hayranı olduğu filozof Betrand Russell’ın yanına Cambridge’a gitmeye karar verir. Hem Wittgenstein hem de Martin kısa bir süre sonra etkilendikleri profesörlerin seviyesine ulaşmayı başarırlar. Wittgenstein gibi Martin’in de kız arkadaşı olur ama ikisinin de bir süre sonra homoseksüel olduğu anlaşılır.

Yukarıda bahsettiğim filmin giriş kısmı oldukça başarılı ancak gelişme ve sonuç bölümlerinde senaryo zayıflamaya ve kurgu tatmin etmemeye başlıyor. Başarılı tartışmalar ve göndermeler bulunmasına rağmen iyi bir senaryo olabilecekken olmamış, kötü anlatımlar, kopuk diyaloglar ve alakasız konular ile hep bir şekilde eksik kalmış bir film ortaya çıkmış. Yönetmenlik ve sinematografi başarılı iken konunun yanında oyunculuklarda yetersiz kalmış. Velhasıl tüm bunlara rağmen, matematik seriler ve formüller ile olayları çözmeye çalışmak ve Wittgenstein ile beraber diğer felsefe ve matematik dünyasında ki dahilerin adlarını duymak hoştu.

Filmde bahsi geçen kitaptan birkaç bölüm okumak isteyenler buraya bakabilirler.

Bu videoda da, Solist Numminen, filmde de bahsedilen Ludwig Wittgenstein’ın ‘Tractacus Logico-Philosophicus’ adlı kitabından parçalar söylüyor. Kitabın kendisi kadar ilgi çekici. 

5 Ağustos 2012 Pazar

Sideways


 
Film, orta yaşlı bir şarap sever ve başarısız roman yazarı Miles ile Miles’ın en iyi arkadaşı olmasına rağmen, birbirlerine hiç benzemeyen, Jack’in hikayesini konu alıyor. İki arkadaş filmin hemen başında yolculuğa çıkarlar. Jack evlenecektir ve Miles’in arkadaşını evlenmeden önceki son haftasında şarap diyarı Kaliforniya’da yolculuğa çıkarmaktadır. Yol boyunca bize hoş diyaloglar ve güzel şarap kokuları eşlik edecektir.

Miles, Jack’e şaraplar hakkında bilgiler vermek isterken, Jack’in aklı hep evlenmeden önce yapacağı son çapkınlıklardadır. Çok geçmeden amacına ulaşır. Ancak olaylar gelişir ve işler sarpa sarar.

Şaraplar üzerinden metaforlarla hayata odaklanan filmin amacı insanların zaaflarını gözler önüne sermek. Bunu yaparken naif ve gerçek güzelliği es geçmeden, küçük mahremiyet anları ile tamamlıyor. Filmin çok sevilmesinin en büyük nedeni de bu. Miles ve Jack ne kadar birbirlerine benzemeseler de seyirci her ikisinden de kendinden bir şeyler bulabiliyor.

Diğer filmlerinde de aynı güzelliği yakalayan Alexander Payne, abartıya kaçmadan filmi harika dengeliyor. Oyuncularında göz alıcı performansları ile şarap tadımı üzerine sürükleyici ve eğlenceli bir film ortaya çıkıyor.

Başarılı dört oyuncunun yanında, filmin ön plana çıkan oyuncusu elbette şarap oluyor. Film boyunca şarap içtiğinizi ve şarabın kokusunu aldığınızı hissediyorsunuz. Filmden daha büyük tat almak istiyorsanız kesinlikle izlerken yanınızda şarap bulundurun. Sonra benim gibi olsa da içsek demek durumunda kalmayın.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Alphaville, une étrange aventure de Lemmy Caution



- Dininiz nedir?
- Vicdanın aracısız iletilerine inanırım.

Lemmy Caution şehir ya da gezegen olan Alphaville’de arabası Ford Galaxie ile gezinmektedir. Elbette o bir ajandır ve gizli görevleri bulunmaktadır. Kendisini bu gezegende Ivan Johnson takma adı ile bir gazeteci olarak tanıtır ve fotoğraf makinesiyle deliller oluşturmaya çalışır.

Lemmy Caution’ın görevi nedir, Alphaville’de ne yapmaktadır, nereden gelmektedir? Oldukça karmaşık bir yapıya sahip bu filmi, anlayabilmek oldukça zor. Üstüne bir de alışık olduğumuz hiçbir bilim kurgu filmine benzememektedir. Tüm bunlarla beraber Godard kendi estetiği ile bir bilim kurgu yaratmakta ve bize de farklı bir deneyim sunmaktadır.

Lemmy daha otele adımını attığı anda çok farklı bir dünyada bulunduğunu fark eder. Alphaville duyguların yer almadığı, kelimelerin anlamlarının yok edildiği, her şeyin matematiksel bir mantığa dayandığı bir yerdir. (bkz: Den Brysomme Mannen, Equilibrium) Lemmy Alphaville’in yaratıcısı olan Profesör Von Braun’u bulmalı (ya da öldürmeli) ve alpha 60’ı yok etmelidir. Buraya kadar oldukça sci-fi görünen film Lemmy’nin Von Braun’un kızı Natacha ile karşılaşması ile konu dışına çıkar. Lemmy ve Natacha bir otel odasında dakikalarca oturup tartışır. Godard bir sci-fi yaratmaya çalışırken, sohbet sinemasından da ödün vermez.

Truffaut ile beraber film-noir hayranı olan Godard, Hollywood bilim kurgu türlerinin aksine, kara film estetiği ile beraber, popüler kültür ve uyuşturulmuş toplum göndermeleri yapmayı ihmal etmez. Meşşşhuurr, cümlesinde söylediği gibi, Alphaville’de artık sadece iletişim araçları vardır, iletişimin kendisi yoktur.

Neyse ki Alphaville’in dışından gelen bir yabancı değişimi tetikler ve duyguların kelimelerden önemli olduğunu gösterir. Kelimeleri yok etmekle duyguları yok edemezsiniz. Lemmy’in bu açıdan en önemli kozu elbette aşktır.

Pahalı dekorlar, özel efektler gibi temel bilim kurgu öğeleri olmamasına rağmen, havuzda gerçekleştirilen idamlar, boğuk sesler çıkaran ve insanları sorguya çeken bilgisayarların yanında modern otel lobileri, neon tabelalarla, gerçek Paris manzaralarının yer aldığı, Blade Runner, Brazil gibi filmlere ilham olan bu gerçeküstü ve fütürist filmi izlemelisiniz.