6 Eylül 2014 Cumartesi

The Talented Mr. Ripley

“- Senin gibi biri olmak isterdim..
  - Herkes kendinden başka biri 'gibi' olmak ister zaten.”

                                               The Talented Mr. Ripley (1999)

Sinema sanatı var olduğundan beri edebiyatla doğrudan bir ilişki içindedir. İlk filmlerden günümüze kadar birçok edebi eser sinemaya uyarlanmıştır. Burada ortaya çıkan sorun, eser tamamen olduğu gibi mi yoksa senaristin kendi yorumu ile beraber mi filme uyarlamalıdır? Ya da Virginia Woolf’un dediği gibi edebi eserler sinemaya hiç mi uyarlanmamalıdır? Woolf’un bu düşüncesine rağmen kendi eserleri de sinemaya uyarlanmıştır.

Benim düşüncemi soracak olursanız, ben edebi bir eserin aynen olduğu gibi değil, üzerine yorum katılarak uyarlanmasından yanayım. Ancak gelin görün ki bu durum çoğu zaman başarısız sonuçlanabiliyor. Bunun örneklerinden birine de burada değineceğiz.

Patricia Highsmith’in romanları sinemayı oldukça beslemiştir. Eserleri sayesinde 10dan fazla film yaratılmıştır. İçlerinde en çok bilineni ise aynı adlı romanından uyarlanan The Talented Mr. Ripley’dir.

Anthony Minghella romanlardan film uyarlamalarını seven bir yönetmen. Kendi yorumunu da uyarladığı filmlere katmaktan çekinmez. The Talented Mr. Ripley’de ise romanın temeline sadık kalsa da, kendince yeni ayrıntılarda eklemiştir. Bu işte başarılı olduğunu söylesem de filmin geneline baktığımızda romanın çok çok gerisinde kaldığını kolaylıkta görebiliyoruz.

Romanı sinemaya uyarlayan tek yönetmen Minghella değil, Highsmith 1955 yılında romanını yayınladıktan 5 yıl sonra Rene Clement ilk kez The Talented Mr. Ripley’i sinemaya uyarlamıştır. Clement’te Minghella gibi romanın özüne sadık kalsa da filmde, romandan çok daha farklı bir sona imza atmıştır. Highsmith’e bu filmi görmüş, genel olarak filmi beğense de, finalinin kendisi hayal kırıklığına uğrattığını söylemiştir.

Tom Ripley 1950lerde  New York'ta geçinmeye çabalayan genç bir adamdır. Varlıklı Herbert Greenleaf, Tom’un oğlu Dickie’nin bir arkadaşı olduğunu düşünür ve bir şekilde yanına yaklaşır, Tom’a oğlu Dickie'yi ABD'ne dönüp aile şirketinin başına geçmesinde iknasına ihtiyacı olduğunu söyler ve bunun için İtalya'ya gidip gidemeyeceğini sorar. Tom gerçekte Dickie'yle hiç tanışmamış olduğu hâlde teklifi kabul eder. Tom, New York’ta beş parasız, işe yaramaz, sahte posta çekleri ile hayatına devam ederken, bir hiç olduğunun farkındadır. Bir anda karşısına çıkan bu olay onun “gerçek biri” olmak için beklediği fırsattır. Herbert Greenleaf’ın imkanlarıyla İtalya’ya giden Tom’u artık başka bir hayat beklemektedir. İtalya’da bir şekilde Dickie ile karşılaşan Tom, Dickie ve onun “sevgilisi” Marge’ın hayatına girmeyi başarır. Bir süre sonra Tom, Dickie’nin hayranlık  uyandıran hayatına özenmeye başlar. 

Bu noktada Minghella, harika bir Dickie estetiği yaratmış, Jude Law’ın da katkısıyla pahalı takım elbiseler giyen, Güney İtalya sahillerinde yaşayan, para sorunu olmayan, güzel bir sevgilisi olan, gündüzleri plajdan çıkmayıp geceleri caz barlarda saksafon çalan ve kasabadaki bütün kadınların hayranlığını kazanan bir burjuva. Haliyle böyle hayat karşısında Tom’un Dickie’ye olan hayranlığı artmakta ve vaktini sürekli Dickie’nin yanında geçirmek istemektedir.

“ Her zaman, gerçek bir hiç kimse olmaktansa, sahte bile olsa biri olmanın daha iyi olacağını düşünmüşümdür. "

Tom, çağımızda da hastalık haline gelen, fark edilmek, onaylanmak ister, kısacası sıradan biri olmama ihtiyacı hisseder. Sıradan gerçek biri olmaktansa, böyle hissetmektense, sahte ama gösterişli biri olmayı hayal eder. Aşk’ın temelinde bulunan gurur, mutlu olup olmaması başka bir kimsenin iradesine bağlayan duyguyla birlikte içinde büyük bir hüzün doğurur. Tom karakteri oldukça iyi yaratılmış bir gay karakterdir aslında ve aşık olduğu adamdan giderek uzaklaşmaktadır. Başlarda beraber eğlendiği Tom’un hayranlıklarından bıkan Dickie, kendisine sülük gibi yapışan Tom’dan kurtulmak istemektedir artık. Bunun yanında oğlunun artık ABD’ne dönmeyeceğine kesin gözüyle bakan Herbert Greenleaf, Tom’a para göndermeyi keser. Aşık olduğu adamla beraber içinde yaşadığı konforlu hayatta elinden kaçmaktadır Tom’un. Bunun farkına varır ve artık sadece aşık olduğu adamın kendisini değil ona ait olan her şeyi ister. İsmini, müzik zevkini, kıyafetlerini... Sonuçta her gerçek tutku, yalnız kendini düşünür. En sonunda da ona sahip olamayacağını ve her şeyin elinden gittiğini düşündüğü bir anda yapması gerekeni yapar ve artık İtalya’nın mavi denizleri, sahilleri yerine Hitchcock’u bile kıskandıran siyah-beyaz bir kasvet bizi beklemektedir.

Highsmith, Tom Ripley'in kendi kişiliğinin erkek yansıması olduğunu her fırsatta söylemiştir. Lezbiyen olmasına rağmen, Carol romanı bir istisna olmak üzere bir çok romanında belli belirsiz bir kadın düşmanlığı görülür. Highsmith lezbiyenliği ile barışık değildir. Bununda en güzel örneğini, Tom üzerinde görmekteyiz. Romanda kesin olmamakla beraber, Tom’un gay olduğunu söyleyebiliriz. Hem roman hem de film boyunca Tom’un hiç bir kadına gerçekten yakın olamadığını bilmekte bu görüşü güçlendiriyor.

Dickie karakteri hem Plein Soleil hem de The Talented Mr. Ripley filmlerinde başarılı bir şekilde karşımıza çıkmıştır. Özellikle şunu belirtmeden geçemeyeceğim Plein Soleil filminde  Tom ve Dickie canlandıran oyuncuların fiziksel özellikleri ile The Talented Mr. Ripley filmindeki oyuncuların fiziksel özellikleri birbirine oldukça benzemekte. Sanırım Minghella, Clement’ten biraz esinlenmiş.

                                                      Plein Soleil (1960)

Asıl sorun romanında bütününde yer alan Ripley karakterini canlandıran oyuncularda. Plein Soleil de bu görevi benimde oldukça sevdiğim Alain Delon gerçekleştirmiştir. The Talented Mr. Ripley’de ise Matt Damon canlandırırken ve Highsmith’in diğer Ripley seri romanlarından sinemaya uyarlanan filmlerinde John Malkovich, Dennis Hopper ve Barry Pepper bu karaktere can vermişlerdir.

Alain Delon, Ripley karakterinin bir çok özelliklerini taşımasına rağmen, fazla seksi olması nedeniyle biraz farklılaşıyor. Bunun yanında Ripley’in biraz psikopat, bir parça katil, yalancı, düzenbaz, hem yumuşak hem sert, hem dost hem de düşman yönlerini perdeye çok iyi yansıtıyor. Matt Damon’ın canlandırdığı Ripley ise özüne sadık olmasına rağmen olduğundan daha kırılgan, daha çaresiz, sevgiye muhtaç ve yalnızlaştırıldığı için kötü olan bir karakter görünümünde. Bunların yanında Malkovich oldukça iyi bir oyun çıkarsa da fazla sinsi Hopper fazla akıllı ve iş bilen, Pepper ise fazla sıradan olması nedeniyle Ripley olmaktan uzaklar.

Highsmith, Ripley kötü bir karakter olmasına rağmen, olayları onun gözünden anlatması nedeniyle, bizim de Ripley’in yanında olmamızı sağlıyor. Bir yandan Ripley’e acımamızı ister. Ancak Ripley’i de tam bir zavallı durumuna sokmuyor, zaaflarına rağmen karşılaştığı zorlukların üstesinden gelmesini bilen, kötülük yaparken güçlü bir karaktere sahip olan bir Ripley karşımıza çıkıyor. Örneğin Ripley işlediği cinayetler karşısında adeta gurur duyan, polisin kendisini arayışlarını acemice ve ahmakça bulup küçümseyen bir anti kahramandır.

Kısacası iki filmde maalesef roman kadar sağlam bir kurguya sahip değiller. Kitabı okumayanlar için filmlerin karanlık ve merak uyandırıcı bir yanı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak kitabı okuyanlar için filmdeki iç hesaplaşmalar, gerilim yetersiz kalıyor. Yine de güzel İtalya manzaraları, güzel şarkılar, içkiler, ışıltılı, masmavi bir Akdeniz, beyaz bir yelkenli, Arnavut kaldırımlı küçük balıkçı köyleri ve yanık ten ile beraber seyredilesi filmler ortaya çıkmış.

30 Mayıs 2013 Perşembe

Being There



 

Can sıkıntısından girdiğim bir sahafta bir saat boyunca gezdikten sonra, en arka sıralarda tozlanmış rafların ardında buldum bu kitabı. Daha önce filmini de izlemiş ve çok sevmiştim.

Being There, Harold and Maude ile beraber yönetmen Hal Ashby’nin en bilinen filmi. Jerzy Kosinski’nin kısa romanından yine kendisinin senaryolaştırdığı filmde, bu iki ismin katkısı göz ardı edilemez elbette. Ancak filmi bize asıl sevdiren ve unutulmazlar arasına sokan Peter Sellers’ın harika performansı.

1971 yılında kaleme aldığı romanını beyaz perde için hazırlamaya koyulan Kosinski’ye, Peter Sellers, kitabın ana karakterini oynamak için, “Gardener iş için hazır” telgrafını çekmiştir. Ancak 70li yıllarda Sellers’in yer aldığı filmlerin tutmaması ve prodüktörlerini zarara uğratması nedeniyle kimse bu film için teklifte bulunmamıştır. 60lı yıllardaki popülerliğini yeniden kazanmak ve bu filmin yapımını sağlamak için, Sellers yeniden Pempe Panter filmlerinde yer almak zorunda kalmıştır. Bu yüzden bu film için 9 yıl beklemesi gereken Sellers, Kubrick filmleri Lolita ve Dr. Strangelove ile beraber en başarılı performansını bu filmde sergilemiştir.

Filmi izlediğimde Sellers’ın performansını oldukça beğenmiştim. Ancak kitabı okuduğumda karakterin her hareketini, tavrını Sellers’ın bu kadar benimseyebileceği tahmin etmemiştim. Kosinski de filmi izledikten sonra “Chance karakterini, Sellers benden daha iyi anladı” minvalinde bir şeyler şöylemiş. Aslında kitaptaki canlandırdığı karakter, Sellers’ın hayatından da izler taşıyor, belki de bu yüzden karakteri bu kadar yakın görmüştür kendine.

Filmin ana karakteri Chance, kendini bildi bileli bir zengin evinin bahçıvanlığını yapan orta yaşlı, saf ve biraz da zeka özürlü bir adamdır. Bütün ömrünü bu malikânenin bahçesinde kendisine ayrılmış bir odada geçiren Chance'in dış dünya ile hiç teması olmamıştır. Dış dünya hakkında bildiği her şey patronunun kendisine verdiği televizyondan seyrederek öğrendiklerinden ibarettir. Ancak bir gün ev sahibi yaşlı milyoner ölünce kendisini birdenbire gerçek dünyanın içinde bulur. Patronunun kendisine vermiş olduğu eski takım elbisesini de giyerek şehrin kendisine çok yabancı olan sokaklarına dalar. Bu şık ama eski moda elbiseler içinde, başında fötr şapkası elinde bavulu ve şemsiyesi ile amaçsızca gezinirken kendisine bir limuzin çarpar ve türlü yanlış anlaşılmalardan sonra olaylar Chance’in ABD Başkanlığına aday gösterilmesine kadar varır.

Chance, karşılaştığı olaylara, bildiği tek şey olan bahçeler ve çiçekler hakkında bildiklerinden ve televizyonda izlediği olaylardan alıntılar yaparak tepki verir. Chance, iletişimin sıradanlığı, yanlış anlaşılmaların ve şansının yardımıyla, olaylar karşısındaki ne yapacağını bilmemezliğin getirdiği sakin ve duru bir aklın ve az konuşmanın, kendini net ve direkt ifade etmenin gücü ile çevresindeki insanları etkilemeyi başarır. Aslında yaptığı tek şey onaylamak. İnsanlar ne derse dersin onaylıyor Chance. İnsanların onaylanmaya en çok ihtiyaç duyduğu bu çağda, onlara istediklerini veriyor. İnsanlar, zengin ev sahibinin ona verdiği, kıyafetten dolayı Chance’i ilk gördükleri andan itibaren sadece giyiminden ve aksesuarlarından dolayı bir işadamı bir soylu olması dışında başka bir şey düşünmüyorlar ve sorgulamıyorlar bile. Bu yüzden insanlar, onun söylediklerini, hareketlerini duymak, görmek istedikleri gibi algıladığından, abartıldıkça abartılıyor.

Film içinde bir çok metaforu barındırmasına rağmen, aslında bizde Chance’in çevresindeki insanlar gibi filmi algılıyoruz. Hiçbir şey söylememesine rağmen bizde Chance’in söylediklerine anlamlar yüklüyor, filmle ilgili değerlendirmelerde, filmden çıkardığımız bütün anlam, ironi ve metaforlarda Chance'in etrafındaki karakterlere benziyoruz. Chance bir politik eleştiri mi? Yoksa dini bir figür mü? İsteyen herkes istediği gibi filmi algılayabilir. Chance televizyon ile büyüdüğü için onun gibi düşünüyor, bizde insan gibi düşünmekten gittikçe uzaklaşıyor ve makineleşiyoruz. Bir bilgisayar ya da makine bizim gibi düşünebilir, bu onun elinde değil, ancak biz bir bilgisayar gibi düşünmekten kendimizi alabiliriz.

Film Peters Sellers’ın harika performansı ile kitabın bile önüne geçiyor. Yaklaşık 30 yıllık sinema kariyerinde, aptal dedektif rolü üzerine yapışmasına rağmen, yapmak istediği, ciddi bir karakterle güldürürken aynı zamanda dramatik yapıyı oluşturmaktı. Belki çok istediği Oscar’ı alamadı ama orta yaş bunalımı geçiren herkese tedavi gibi gelen bir film bıraktı ardında.

Peter Sellers ile beraber filmin diğer oyuncuları da başarılı işler çıkarmışlar. Özellikle benimde çok sevdiğim Shirley MacLaine’in başarılı ve ilginç performansı görülmeye değer.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Cosmopolis



Öncelikle Don DeLillo hakkında biraz konuşmak istiyorum. İlk kez Christophe Honore’nin Ma Mere filminde bir karakterin elinde Body Art kitabını okuduğunu gördüğümde, dikkatimi çekmişti. Daha sonra bu filmi izlediğimde, artık DeLillo okumanın zamanı geldi dedim. Cosmopolis şimdilik DeLillo’nun okuduğum tek kitabı olsa da, kısa zamanda Body Art’ı da okuyacağım. Çünkü bu kitabı okumam için artık daha fazla neden var. 2014 yılı içinde filmi yapılacak kitabın, yönetmenliğini Luca Guadagnino üstlenecek. Oyuncu kadrosunda ise imdb’ye göre “şimdilik” David Cronenberg, Sigourney Weaver, Isabelle Huppert ve Denis Lavant bulunuyor.

Geçelim filme. Cronenberg’in sinema kariyerini, 2005 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırabiliriz. Cronenberg hayranları, onun eski tarzına dönmesini istiyorlar. Bende Cronenberg’in eski tarz filmleri özleyenlerdenim ama 2005 sonrası filmleri de sevdiğimi söylemem gerek.

"Dünyada bir hortlak kol geziyor, kapitalizmin hortlağı"

DeLillo’nun 2003 yılında kaleme aldığı kitabını, 2012 yılında sinemaya uyarlanmasının nedeni sanırım, 2008 yılında yaşanan ABD çıkışlı Küresel Ekonomik Kriz. Bu da kitabın güncelliğini hala koruduğunu ve DeLillo’nun ileri görüşlülüğünü yansıtıyor. Kitapta yaşananlar 2000 yılının bir Nisan günü Manhattan’da geçiyor. Ancak filmde yaşananların - Manhattan’dan referanslar olsa da - tam olarak ne zaman olduğuna dair kesin bilgi yok. Yine de filmde yaşananların günümüze yakın bir dönemde olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Wall Street de yaşanan isyanlara benzer olayların, filmde de görülmesi bunun bir göstergesi. Diğer güçlü bir gösterge ise kitapta Yen olarak geçen para biriminin filmde Yuan olarak geçmesi. Bunun nedenini yazının ilerleyen bölümlerinde açıklayacağım. Filmin dispotik bir havası olduğunu da söyleyebilirim. Aslında Cronenberg, en iyi yaptığı işi yaparak bir distopik roman uyarlaması çekmiş. Bu nedenle, Cronenberg’in bu filmiyle beraber eski tarzına dönüş sinyalleri verdiği söylense de, kısa zamanda bunun gerçekleşeceğini düşünmüyorum.

Kitap bir çok metaforu içinde barındırıyor. Bu yüzden farklı okumalara açık. Cronenberg kitabın ruhunu olduğu gibi filme aktarmış. Zaten film teklifi geldikten sonra, 6 gün içinde senaryoyu yazdığını söylüyor. Metaforların fazlalığı kitabı okumayı zevkli hale getirse de, film için, çoğunluk açısından izlemesi zor bir seyirlik yaratıyor. Bu da yaygın sinema dilinin aksine yapı oluşturuyor.

"Para zamanı yaratır. Eskiden bunun tersiydi. Saat zamanı, kapitalizmin yükselişini hızlandırdı. İnsanlar sonsuzluk hakkında düşünmeyi bıraktılar. Emeği daha etkili kullanarak saatlere, ölçülebilir saatlere, insanoğlunun saatlerine yoğunlaştılar."

Eric Parker için hareketli bir gün. O bir milyarder ve limuzininde oturmuş Manhattan’ın sokaklarından geçiyor. Filmin iki ana karakterini Eric Parker ve limuzini üstleniyor. Kısa bir süre önce büyük bir mirasa konmuş bir kadınla evlenen Eric, zeki ve hayranlık duyulacak biri. Onu alt eden tek şey ise uyku. Bunun dışında, her şeye sahip bir adam Eric. Öyle ki, öldüğünde sonu gelen o olmayacaktı, dünyanın sonu gelecekti. Böylece, Eric ile ABD arasında rahatlıkla bir ilişki kurabiliriz. Uyuyamamanın getirdiği ne yapacağını bilmemezlik ile düşüncelere dalan Eric, sonunda saçını kestirmeye karar verir.

Yakınında onlarca berber varken, o şehrin diğer ucundaki bir berberde bunu yaptırmak ister. Ancak o sırada devlet başkanı da oralarda ve trafik tamamen durmuş durumda. Bu yüzden, Eric beklediğinden daha geç istediğine erişecektir. Evinden, berber dükkanına yapacağı bu yolculukta ise onu bir çok olay beklemektedir.
 

Gerçeğin bilgide, bilginin içindeki matematikte olduğuna inan Eric, bunu en rahat uyguladığı alan olan ekonominin parametreleri ile genç yaştan beri iç içedir. Sayısal değerleri algılamadaki bu zekası onu kısa sürede multi-milyoner haline getirmiştir. Ancak büyük paralar borçlanarak yatırım yaptığı Yuan onu yanıltacaktır. Bilgiyi kutsal bir değer olarak gören kahramanımız, her şeyi bilmek ve kontrol altında tutmak ister. Ancak Yuan’ın hareketlerini öngörememesi dünyasının değişeceğini gösteren ilk işarettir. Yol boyunca sürekli Yuan’ın düşeceğini iddia etmesine rağmen Yuan sürekli yükselmektedir. Burada yazının başında ABD’ye benzettiğimiz Eric ile Çin ulusal parası Yuan arasında bir ilişki kurabiliriz. Kitapta Yen olarak geçen para birimi, filmde Yuan olarak geçiyor. Geçen küresel kriz boyunca Yuan’ın değerini düşük tutarak, ihracat değerlerini sürekli artıran ve büyüyen bir Çin politikası görüyoruz. Filmde ise Yuan’ı bir para birimi olarak değil Çin’in kendisi olarak görmek daha mantıklı. Bu temsil filmde, son yıllarda ABD’nin artık daha fazla yükselemez dediği Çin’in sürekli bir yükseliş trendinde olması ve ABD’den dünya liderliği alma yönündeki tehdidi olarak karşımıza çıkıyor.

Diğer bir Eric ve ABD benzeşmesini, Eric’in en sadık dostu olan koruması Torval’ı öldürmesi ile yapabiliriz. Limuzini ile gezen Eric, yol boyunca hep bir tehdit altındadır. Hemen kapısının yanında protestolar yaşanmakta ve sürekli bir ölme/öldürme çelişkisi içinde gidip gelmektedir. Son yıllarda iyice kesinleşen, terörü sürekli yakasında hisseden, en sadık dostunu gözünü kırpmadan öldürebilen, kendisini en büyük olarak gören ve bu yolda kendine ve çevresindekilere zarar vermekten çekinemeyen bir ABD portresi tıpkı Eric karakteri gibi.

Erken yaşta gelen zenginlik, kırk sekiz odalı bir ev ve içinde her şey olan limuzin. Tüm istediklerine sahip olsa da bunlar, Eric’e yaşadığını hissettirmez. Yolculuk boyunca onu hayata bağlayacak bir şeyler arar durur. Yaşadığı hissetmek için kendine bile zarar verebilecek hale gelir. Sonunda, Yuan’ı anlayamaması ile başlayan düşüşten sonra kendini kaosun ortasına atmaktan çekinmez. Kravatıyla başlayıp ceketini kaybetmesine doğru giden bu düşüş, en nihayetinde onu çırılçıplak bırakacak noktaya kadar ulaşıyor.

"Kapitalizm ne üretir, biliyor musun? Marx ve Engels'e göre?"

"Kendi mezar kazıcılarını," dedi Eric.

"Ama bunlar o mezar kazıcılar değil. Bu, serbest piyasanın ta kendisi. Bu insanlar piyasanın yarattığı bir fantezi. Piyasanın dışında var olmuyorlar. Buranın dışına çıkabilmek için gidebilecekleri bir yer yok. Dışarı da yok zaten."

Polonyalı şair Zbigniew Herbert’in “Bir sıçan para birimine dönüştü” dizesiyle başlayan romanda, postmodern varoluşun temel simgesi olan kapitalizm de epeyce yer ediniyor. Kapitalist sistemde en tepede yer alan Eric ile limuzinin dışındaki ‘sıçanlar’ arasında kalın zırhlı siyah camlar var. Mesele paranın değil, insanın sıçana dönüşmesidir. Kapitalizm insanı sıçanlaştırmakta. Esas sorun ise sıçanlaşanların bunun farkında olması ve bununla yüzleşememe meselesi. Filmin final sekansında ise bu iyice pekiştirilmektedir. İş gücünü oluşturan insanlar sıçanlaşırken, sermaye sahibi, parayı kontrol eden zenginler ise duygusuzlaşıyor; insanlıktan uzaklaşıyor. İşte Eric’in trajedisi de bu; acı çekerek, bedenini deforme ederek insan olduğunu hatırlamak. Eric’in bu arzusu belki de kendi sonunu bile kabullenmesine yol açıyor ki; var olmak için yok olmayı seçiyor.

Final sekansında ortaya çıkan esas sıçanımızın söylediği “Beni iyileştirmeni istemiştim, beni kurtarmanı istemiştim” sözleri bunu destekliyor. Burada sıçanımız karşımıza, kapitalizme karşı olan biri gidi değil, aksine hiçbir şekilde sisteme eklemlenemeyen ve sistemi çürümüş buluyor oluşundan çok sistemin bir parçası olamadığı için ona öfke duyan biri olarak çıkıyor. Hayalini kurduğu, hayranı olduğu adamın, onu kurtaracağını beklerken, tam tersine onu karşısında dağılmış olarak buluyor.


"Anarşistlerin daima inandıkları, yıkım dürtüsü, yaratıcı bir dürtüdür. Bu aynı zamanda kapitalist düşünceye de damgasını vurmuştur. Yıkım mecburiyeti. Eski sanayiler acımasızca yok edilmeli. Yeni pazarlar zorla ele geçirilmeli. Eski pazarlar yeniden sömürülmeli. Geçmişi yık, geleceği yap."

Ancak bu bize, Karl Marx’ın söylediği, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığını göstermez. Tam tersine burada karşımıza çıkan teori Joseph A. Schumpeter’in Yaratıcı Yıkım görüşüdür. Kapitalizmin dinamiklerine ayak uyduramayanlar, elinde sonunda sistem tarafından yok edilecektir. Eric karakteri aslında günümüz modern toplumu için tipik bir ‘kazanan’ prototipi. Finans sektörü başta olmak üzere, bir çok sektörde bu tarz yüzlerce insanla karşılaşıyoruz. Zaten bu tarz biri olamadığınız durumda, sistemde barınmanız mümkün değil. Eric her ne kadar kapitalizmin önemli bir figürü olsa da sistem onu da yok etmekte sorun görmez. Çünkü arkasından her an yenileri gelmektedir.

Birazda oyuncular hakkında konuşalım. Robert Pattinson filmin başından sonuna kadar, ekrandan bir an olsun kaybolmuyor. Aslında karakteri gereği doğru bir seçim olmuş. Twilight serisinde bir vampiri canlandıran Pattinson, Cosmopolis’te de vampire benzeyen, duygusuz herhangi bir haz almaktan uzak bir karakteri canlandırıyor. Cronenberg’e göre bu tamamen tesadüf olsa da çağrışımdan kaçınmak imkânsız. Çünkü yine Cronenberg, Eric’in filmde vaktinin büyük kısmını geçirdiği limuzinini, bir tabut olarak niteliyor. Vampirlerin gündüzleri tabutta uyudukları düşünülünce, bağlantı daha da güçleniyor.

Robert Pattinson’ın Twilight serisinden gelen şöhreti nedeniyle sevmeyeni çok. Ancak bu filmde beklenenden çok daha iyi performans sergilediği bir gerçek. Cronenberg, Little Ashes ve Remember Me filmlerini izledikten sonra Pattinson’a teklif götürdüğünü söylüyor. Özellikle Little Ashes filminde gerçekleştirdi Salvador Dali portresi aslında onun iyi bir oyuncu olduğunun göstergesi. Twilight serisi ile paraya doyan Pattinson’ın da, popüler kültüre yönelik Hollywood yapımları yerine, biraz daha kendini geliştirecek projelerde yer almasında onun adına da yarar var. Zaten sıradaki Cronenberg filminde olmak üzere Werner Herzog’ın yeni filmde de yer alacak olması bu yönde ilerleyeceğinin belirtileri.

Paul Giamatti yine harika bir performans sergiliyor. Kısa bir rolü olan Juliette Binoche’u görmekte mümkün filmde. Özellikle Sarah Gadon olmak üzere, Kevin Durand, Mathieu Amalric kitaptaki karakterlere çok yakın. Kısaca Cronenberg’in kitaptaki karakterlere neredeyse birebir uyan oyuncular bulduğunu söyleyebilirim.

Filmde dikkat çeken bir diğer nokta ise, Salinger’in The Catcher in the Rye kitabında Holden’in göller donunca içindeki ördeklerin nereye gittiğini merak etmesi gibi, Eric de şehirdeki tüm limuzinlerin gece nereye park edildiğini merak etmekte. Cevabı ise Cosmopolis’in, Altın Palmiye’ye aday olduğu seneki rakiplerinden olan Carax’ın Holy Motors filminde.

Ayrıca filmin sonunda ne olduğunu merak edenler, kitabı okuduklarında cevabı bulacaklardır.

Cronenberg’in, The Fly filmi üzerine yazdığım bir kritiği de buradan okuyabilirsiniz.

Don DeLillo'nun sözlerini K'naan ile birlikte yazdığı, Mecca şarkısı filmin arkasında bıraktığı güzel şeylerden biri. Dinlemek için buraya bir tık.

20 Mart 2013 Çarşamba

Un homme qui dort




“ İçinde dertten çok sevinç taşıyan bir ölümlü insan, ya gerçekten insan değildir, ya da olgunlaşmamıştır henüz. “

“ Size bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber; henüz ölmedik, Kötü haber; hala yaşıyoruz. ”

İlk söz Melville’in, ikincisi ise Chekov’un. Oldukça karamsar değil mi? Bence içinde dertten çok sevinç taşıyan bir insan bile hayatının belli bir noktasında bu karamsarlığa kapılmıştır. Burada önemli nokta, bu karamsar evrenin, bireyin farkındalığı ile yaşanıp yaşanmadığı ve ne kadar sürdüğü.

Benim uzun süredir içinde bulunduğum ve artık kabullendiğim bir evre bu. Georges Perec’in Uyuyan Adam’ıda bu evrede geçirdiğim sürede elime geçen güzel romanlardan biri. Bernard Queysanne’nin 1974 yapımı filmini izlediğimde romanın var olduğunu bilmiyordum. Haliyle öğrenir öğrenmezde alıp okudum.

“ Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde.”

Georges Perec romanına, Günah, Acı, Umut ve Doğru Üzerine Düşüceler’den Kafka’nın bu alıntısı ile başlıyor. Anlıyoruz ki varoluşçuluktan kafamızı kaldıramayacağız. Film oldukça varoluşçu bir çerçeve de geziniyordu, ancak nispeten kısa olan kitabın bu kadar ağır olabileceğini düşünmüyordum. İnsan olmanın bedeli gerçekten bu kadar ağır olabilir mi? Roman kahramanının önemi de burada ortaya çıkıyor. Perec romanının otobiyografik olduğunu hiç dile getirmemiştir. Alıntı yaparak başladığı Kafka dahil Camus, Beckett gibi yazarlardan etkilendiği ortada. Romanın ne kadarı Perec’in yaşadıkları ne kadarı kurgu muamma. Ancak Perec filmdeki başrol oyuncusu Jacques Spiesser’in üst dudağında tıpkı onunkine benzer yarayı sevdiğini söylemiştir. Bu da bize bir ipucu veriyor. Açıkçası romanın bütününün sadece Perec’in yaşadıklarının oluşturduğunu sanmıyorum.

Biraz da film hakkında konuşacak olursak, kitap ve film uyumunun bu kadar güzel yakalandığı ender film hatırlıyorum. Filmde kitaptan birebir alıntıları aktaran bir kadın dış sesin dışında herhangi başka bir diyalog yok. Ancak yönetmen Queysanne’nin görsellik olarak kitabın ruhuna katkısı çok. ( Perec’inde filmin çekim aşamasında yönetmene yardımcı olduğunu söylemem gerek ) Kahramanımızın odasındaki Rene Magritte’in eseri bile tek başına çok güzel bir ayrıntı.

Hayatının bir döneminde sosyal intiharın eşiğine gelmiş bireyler filmi ve kitabı elbet seveceklerdir ama hayatının büyük bir kısmını hiç düşünmeden sosyal çevrenin ona verdikleri ile yaşamış bir birey bile, uyku ile uyanık arasında kısa bir an olsa bile neden var olduğunu düşünmüşse ya da aynada kendi yansımasına baktığında kendini bir kez olsun yabancı hissetmişse, bu kitabı okumalı. Biliyorum oldukça yüzeysel bir yazı oldu ve elbette kitap ve film üzerine söylenecek çok şey var. Ancak üzerine kritik yazacağım bir filmin başka bir blogta daha güzel bir eleştirisinin olduğunu görünce, bazen yazmaktan vazgeçiyorum. Ancak yine de sevdiğim filmlerin blogumda yer almasını istiyorum, bu film gibi. Bahsettiğim kritiği buradan okuyabilirsiniz.

Filmi youtube’tan izleyebilir, kitabı da Sosi Dolanoğlu’nun güzel çevirisi ile Metis Yayınlarından 10 liraya alabilirsiniz.

Georges Perec

“Yalnızlığın bir şey öğretmediğinden, kayıtsızlığın bir şey öğretmediğinden başka hiçbir şey öğrenmedin. Bu bir aldatmacaydı, gözalıcı ve tuzaklı bir yanılsamaydı. Yalnızdın, hepsi bu, ve kendini korumak istiyordun; dünyayla senin arandaki köprüler, sonsuza dek atılsın istiyordun. Ama sen bir hiçsin, dünya ise öyle kocaman bir sözcük ki: Büyük bir şehirde başıboş dolaşmaktan, birkaç kilometre uzunluğundaki cepheler, vitrinler, parklar ve rıhtımlar boyunca yürümekten başka bir şey yapmadın hiç.”