27 Nisan 2011 Çarşamba

Jules et Jim




Karakter: Catherine
Yönetmen: François Truffaut

Yıl: 1962

Bana, seni seviyorum, dedin. Ben sana, bekle, dedim.

Al beni, diyecektim. Sen bana, git, dedin.

Ménage a trois ilişkisinin kilometre taşlarından biri bu film. Jules ve Jim arasında kalan Catherine'i, "kendini felaketlerle ifade eden bir doğa olayı" diye tanımlar yönetmen Truffaut. Bir kadının kaçınılmaz kopuşundan doğan cehenneme* iki hayta kafadar'ı davetinin öyküsüdür. Her kadın gibi farkına varamadığımız hatalarımızı bize söylemek ya da belli etmek yerine yalnızca bedelini ödeten tavrının (ama bağışlanmak isteyen herkes hatasını öğrenmek isteyecektir) yanında "kadın doğaldır, yani korkunçtur" diyen Baudelaire'i doğrulayan bir hali vardır. Beyaz perdede olmasa kendisini nefretle karşılayacağımız bir kadın Catherine. Tıpkı Tolstoy'un Karenina'sı gibi. Onunla aynı sonu paylaşır da zaten. Dostoyevski'nin deyişiyle bu, öykü anlatıcılarının, toplumun öykü tarafından incitilen ahlak duygularını tamir etmek için o karakteri kırbaçlamak zorunda kalışındandır. Bizde öfke uyandıran, canımızı fazlasıyla sıkan baş karakter ölmelidir. Bazarov ölmüştür, Dorian Gray, Svidrigaylov, Thomas Glahn, Kaptan Ahab, Filippovna, Bovary ölmüştür. Fakat yine de sanat niçin vardır? Anlamak için. Ki anlamak bağışlamaktır.** Yitik bir bağışlama, işe yaramaz. Ama hayata dair bir anlamı da olmalıdır bunun.

Ve öykünün bir ayağı da İkinci Dünya Savaşına dokunur. Jules ve Jim'in tek ortak noktası, hatta trajedisi haline gelen Catherine cepheden gelen (biri Alman, diğeri Fransız ordusundadır) mektuplarda onların birbirlerine dair korkularına da tanık olur. Gerçek şu ki, bir kadın kendini yakın hissettiği erkeğin korkularına şahit olmak istemez. Fakat savaşın en sarsıcı özelliklerinden biridir işte bu; insanları tam anlamıyla tanıyabilmeniz için size fırsat sunar. Tıpkı sefalet durumunda olduğu gibi. Zaten ikisi aynı anlama geliyor çoğu kez. Ve savaş uzadıkça sefalet de artar: "Fransa'da savaş uzadıkça etekler kısalıyordu. Her izinde bir karı koca kavgası çıkıyordu; askerler alaya alınıyormuş hissine kapılıyorlardı. Ama aslında bunun nedeni kumaş bulmanın giderek zorlaşmasıydı." Bu öğretici deneyimlerden sonra kişi cephede delik deşik etmek istediği türe, insana tekrar tutunmak zorundadır. Bu eylemin yegane karşılığı yine Catherine olacaktır ve böylesi bir tutunuşun insanda yarattığı ontolojik boşluğu dolduran duygu, sonradan bir farkındalık durumuna yol açacak hayranlıktır:

-Ondan bir kraliçeymiş gibi söz ediyorsun.
-O zaten bir kraliçe. Seninle açık konuşayım. O çok güzel, akıllı, dürüst değildir ama gerçek bir kadındır. Sevdiğimiz, bütün erkeklerin arzuladığı bir kadın. Neden bu kadar aranılan Catherine, ikimizi onurlandırıyordu varlığıyla? Çünkü ona eksiksiz bir ilgi gösteriyorduk, bir kraliçeymişçesine.

Catherine ne istediğini bilmemenin değil, bir şey isteyememenin acısını çekiyordu. Kurtulmanın tek bir yolu vardı, dünyada yaşadığı bu cehennemden, kutsal kitapların bahsettiği bir diğerine en son istiyormuş gibi davrandığı adamı da yanına alarak gitmek.

* Hep düşünüyorum: "Acaba cehennem nedir?" Ve iddia ediyorum, cehennem, sevememekten ötürü acı çekmektir. -Karamazov Kardeşler, Fyodor Dostoyevski.
** Kim anlıyor peki onları? Ben değil, çünkü anlasaydım her şeyi bağışlardım. Anlamak bağışlamak demektir. -Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Ernest Hemingway.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder