26 Mayıs 2011 Perşembe

Performance



Yönetmen: Donald Cammell & Nicholas Roeg
Yıl: 1968

Öncelikle şunu söyleyeyim: Film 1968'de çekilmesine rağmen içerdiği görüntüler nedeniyle ancak iki yıl sonra gösterime girebilmiştir. Yani ne kadar ahlak bozucu da olsa, rock'n roll her zaman bir yolunu bulur ve açıkçası, herkesin hayat kıvrımlarına bir parça sızmıştır.

Film, kahramanımızın sadist cinsel eğilimlerinden görüntülerle açılıyor. Kaldı ki, tüm işini iyi yapan ve genelde bunu sağlam felsefi argümanlarla destekleyerek performans sanatçısı olduğunu bile iddia eden psychdelic suçluların ruhunda yer bulan benzer güdüler filmlerde kendini birçok kez gösterir: Stansfield, Scagnetti, Hans Landa... Garip olan, bu tiplerin çoğunlukla suçun karşısında olması gereken ama onu alt etmek için onunla aynı araçları kullanarak sonunda savaştıklarına -hatta daha ileri bir vakaya- dönüşen kişiler olmasıdır. Bu kez kahramanımız tam olarak öyle sayılmaz, bu kez salt bir gangsterle karşı karşıyayız; fakat yine de senaryoyu yazan Cammell ona nefretle bakmamıza izin vermez. Karakter yaratan her sanat yapıtının sahibi bu yavşakça hareketi bize yapar zaten. Neyse.

Başlarda Chas'in performansı ve avukatın konuşmaları iç içe geçer (şimdilerin dahi yönetmeni Nolan'ın, kurgu tekniğinden çok etkilendiğini söylediği Nicholas Roeg bunu çok kez yaşatır filmde). Biri işini hukukla çözmeye çalışırken diğeri işini gidip kendisi halleder. Eh, avukatın konuştuğu kısımlar elektronik gürültülerle sansürlenerek ilki aşağılanır. Nerede durduğunu açıkça gösterir yönetmen. Fakat sonra görürüz ki Chas tüm o karizmasına rağmen biri için çalışan, aslında basit bir adamdır. Yalnızca bir maşadır. Tabii ki onlara ters düşmesi de, ihanet görmesi de kaçınılmazdır. Patronu Harry'nin ters düştüğü insanlara haddini bildirmeye giderken yanına aldığı adamların evini basıp kendisine yaptığı işkenceden kurtulabilen Chas ve izleyici için en sıradışı deneyim filmin burasından itibaren başlar. Herkesin kafayı yediği, sürekli hesaplaşmaların döndüğü o dünyadan; doğu özleminin hakim olduğu, kahvaltıda kızarmış magic mushroom tüketildiği, gözden düşmüş bir pop yıldızı'nın (rolü Mick Jagger oynuyor) ve sevgilisinin halüsinasyonlarının yaşandığı eve adım atar. Başlardaki o her an gidecek adam hallerinden kurtulduğunda aslında varmak istediği yerde olduğunu hisseden Chas, yine de geçmişinden kurtulamaz:

Ölüm anında, ağlayan bebeği kim tutacak kucağında?
Harry Flowers!

Gitmeden önce yapacağı tek iş kalmıştır. Ona o güzel kafayı yaşatan adamı yok etmek: Bir özlemi yitirdiğinden ve bir daha elde edemeyeceğinden emin olmak.

-Filmin sonunda kurşunun Turner'ın beyninde aldığı yolu izlerken karşımıza çıkan ve çerçevesi kırılan portredeki adam J. L. Borges'dir. Filmin iki yönetmeninden biri olan Cammell, zihninde bir Borges portresi olduğuna o denli inanmıştır ki; yaklaşık otuz yıl sonra intihar ederken, eşini, kafasının silahı sıktığı tarafına -Turner'ın beynine giren kurşunla aynı yerdedir bu- bir ayna tutmaya ikna eder ve banyo küvetinde ölümüne kadar süren kırk beş dakika boyunca kafasındaki kanlı delikte Borges'yi arar.

Filmi buradan izleyebilir ya da bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Le huitième jour

Ve sekizinci gün Georges vardı ve çok güzeldi..



          Tanrı dünyayı sekiz günde elbette yaratmadı ama Georges için bunun pek de bir önemi yoktu. Onun dünyasındaki yaratılış bambaşkaydı. Kendisi Down Sendromu ya da Mongolizm denilen bir hastalığa sahip dünyanın en çılgın, en çikolata seven, ayakkabı müptelası adamıydı. Kendisi gibi Mongol olan bir kadını seviyordu. Ve ölmüş annesini bekliyordu. O gelmeyince Georges onun yanına gitmeye karar verdi elinde yağlı boya ile yapılmış bir resimle. Bu resim Georges’un eviydi.
            Hayatı ok işaretleri ile takip etmeyi sevdiği için Harry’nin yanına kadar geldi. Harry iş düşkünü, boşanmış, tatsız tuzsuz günler geçiren biriydi yani Georges’un tam zıttıydı. Ama aralarında oluşan “saf insanlık bağı”ydı. İçinde hastalık yoktu, statü yoktu, yalan pembe olmadığı sürece yoktu. Sadece saf sevgi vardı. İşte bu iki adam kendi hayatlarını yoluna koyamadığı için birbirlerinin hayatını yoluna sokmaya karar verdiler. Hangisi başarılı oldu onu tam da bilmiyorum. İzleyenler ona karar verecek zaten.
            Film çok bilinen, olay yaratmış bir film değil. Ancak her izleyenin sonunda ne de güzel yaptım diyeceği türden bir film. Kahkaha gözyaşı harmanı desem abartmış olmam sanırım. Cannes Film Festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülü alan bu iki adam Daniel Auteuil (Harry) ve Pascal Duquenne (Georges)  bu ödülü sonuna kadar hak etmiştir benim gözümde.
            Fransız-Belçika ortak yapımı filmin yönetmen koltuğunda Jaco Van Dormael oturmakta. Senaryosu da yine bu adama ait.
            Bize insanlığın nasıl olmasını daha doğrusu dostluğun nasıl olmasını sorgulatan bu film kesinlikle izlenmeli. İzlendikten sonra da kocaman gülümsemeli insan. Sekizinci gününüzde yanınızda Georges gibi bir dost olması dileğiyle..

Bir Nefeste Christoffer Boe



sevgili christoffer ben sana bu mektubu yazdığımda çok uzaklarda olacağım, yazmasam da çok uzaklarda olacağım, koduğumun danimarkası uzak çünkü her halükarda.neyse.

bu benim için tek geçerliliktir; eğer yönetmensen, eğer senaristsen; senin bir tarzın olmalı, sana ait bir zeka olmalı, bir mizah olmalı, bir şey olmalı ve bu sana ait olmalı.bu dediğim şeyi aynı şeyleri tekrar etmekle karıştırmayın aman diyim.bu çok önemlidir; coenleri, tarantino'yu, kim ki duk'u, trier'i, jensen', noe'yi, kubrick'i ne bilim reha erdem'i seviyorsam sebebi budur; ve boe'yi sevme nedenim de bu.hele dün festivalin getirisi olarak son filmini de izleyince daha bir sevdim kaarşim christoffer'ı.

"hay piramit kafanı senin chris!"

ilk filmleri güzel olan adamlar güzel adamlardır genellemesi yapmak istemiyorum ama yukarıda saydığım isimlerin ilk uzun metrajları da iyidir hani.boe'ninki de öyle; reconstruction, hem boe'nin ilk uzun metrajı, hem de benim boe'yi tanıdığım film olmasının haricinde, alışıgelmedik bir tarzı olan bir arkadaşımız olan boe'yi tanımak, sevmek için çok güzel bir başlangıç hakkatten.

reconstruction'da karşılaşacağınız aynı karakterin başka karakterleri oynaması, filmin düz değil bazen ters, bazen kesik, bazen eksik, bazen başka yerden devam etmesi, fazlaca ışık oyunlarının olması gibi bıdılar boe'nin tarzını oluşturuyor diyebiliriz.özellikle ışık oyunları -bunun teknik adı ne acaba, ben ışık oyunları dedim gitti.- benim en çok keyif aldığım, boe'nin de en güzel kotardığı güzelliklerden.

allegro'yu izledikten sonra, "ulan bu adam, kafasına göre çekiyor, biz de aptal aptal acaba ne demek istedi diye düşünüyoruz ha..." demişliğim vardır bunu lynch için de çok defa demişimdir; bu kaygı sinemayı öldüren bıdı zaten; film başrol karakterinin ölümü ve kalımı üzerine olmamalıdır; orada ışık, ses, görüntü, senaryo, kurgu, ebesinin ammı, babasının yarra gibi görüp keyiflenecek bir sürü bok var, polat alemdar ölcek mi ölmicek mi kaygım hala sürüyor tabi o ayrı.bunları deyip yaşasın sanat filmi, diğerleri bok profili gibi bişi çizdiğimi sandığımı fark ettim, yok öyle bişi.ben hala, yumurta ne sikko bir film amınakoyim diyorum, ölene dek de dicem herhal.

''andrey tarkovski bir tanridir. onun filmlerinin benzeri yapilamaz. benim yaptigim kiliseye gidip ona dua edip cikip aklimda kalanin filmini yapmak.'' demiş boe. (ekşi'de gördüm, cümleden anlamdan ziyade aklıma "ne de güzel övermiş abisi." demek geldi.hakkaten çokhoş bi övüş diğ mi yea.)




canım christoffer'ın son filmi, alting bliver godt igen'i izlerken aklıma hep ilk paragrafta anlattığım tarz geyikleri geldi.dedim ki tamamdır artık ben christoffer ne çekerse çeksin sevecek ve keyif  alacak kıvama geldim, çünkü bu adamın bir tarzı var ve ben bu tarzı seviyorum.bunun haricinde senaryolara da bir derinlik katma çabasına girmiş ve karakterleri derinleştirmek adına kotarmış da; iyi iyi memleket iyiye gidiyor elhamdülillah.