28 Kasım 2011 Pazartesi

Fitzcarraldo


Werner Herzog yorucu filmleri ile kötü şöhreti nam salmış bir yönetmendir. Bu filminin çekimlerine de Jason Robards ile başlamış, çekimlerin yarıya yakını tamamlanmışken Robards filmden ayrılmış, yerine gelen Mick Jagger ise Robards kadar bile dayanamamıştır. Bu durumda Herzog on üç yaşındayken yanına taşındığı joker oyuncusu Klaus Kinski ile yoluna devam etmiştir. Değişen başrol oyuncuları, filmin çekimlerinin yapıldığı Amazon’un el verişsizliği, hastalıklar gibi aksaklıklar nedeniyle film üç yıl gibi uzun bir sürede tamamlanabilmiştir.

Brian Sweeney Fitzgerald yani filmdeki yerlilerin değimiyle Fitzcarraldo’nun hayatındaki en büyük tutkusu operadır. Yaşadığı ülke Peru da bulunan ormanın derinliklerine opera binası yapmak ve buraya devrin ünlü tenoru olan Enrico Caruso’yu getirtmek istemektedir. Don Kişot’a yaraşır amacına kaynak sağlayabilmek için de zengin olmak zorundadır. Türlü denemelerden sonra iflas eden ya da yeteri kadar para kazanamayan Fitzcarraldo son olarak bu tutkusunu gerçekleştirmek için oldukça zorlu bir yolculuğa çıkacaktır.


Fitzcarraldo’nun bu zorlu yolculuğu gibi filmin yapımı da oldukça zorlu bir süreç sonucu tamamlanmıştır. Senaryo gereği Fitzcarraldo kimsenin izlemediği bir rota izleyerek amazon nehri boyunca ilerler ve gemisini iki nehrin birbirine yaklaştığı bir bölgede, karadan taşır. 320 tonluk buharlı gemiyi karadan yürüterek tepeyi aşırtma sahnesi de dahil olmak üzere filmde hiçbir film hilesi veya özel efekt kullanılmamıştır. Tüm bunların yanı sıra aksiliği ile nam salmış başrol oyuncusu Klaus Kinski filmin yönetmeni başta olmak üzere, set ekibiyle sürekli tartışmalar yaşamıştır. Daha sonra yapım aşamasında yaşanan bu sıkıntılar Burden of Dreams adlı belgesele konu olmuştur.

İzlemesi de, filmi gibi zorlu olan Fitzcarraldo, gerçek sinema lezzeti tatmak isteyenlerin izlemesi gereken filmlerden biri. 

Klaus Kinski'nin delirdiği anlardan birini buradan izleyebilirsiniz.

20 Kasım 2011 Pazar

To vlemma tou Odyssea


"Size bir hikâye anlatacağım. İki yıl önce film çekimi için Delos Adası'nda bir mekân arıyordum. Güneşin altında parlayan o eşsiz harabelerde kırık mermerler ve yıkık sütunlar arasında dolaşıyordum korkuya kapılan kertenkeleler mezar taşlarının arasına kaçışıyor adeta ıssızlığın ortasına çekilip gözden yok oluveriyorlardı. Sonra birden bire bir ses duydum çok derinlerden toprağın içinden geliyor gibiydi. Başımı kaldırdığımda tepenin üzerinde dalları yere doğru eğilmiş yaşlı bir zeytin ağacı gördüm. Öyle heybetli ama bir o kadar yaşlı, dalları sanki köklerini arar gibi toprağa eğilmiş yapayalnız ve yaşlı bir ağaç. Derken büyük bir çatırtıyla devrildi ve Apollon'un taş heykeline çarptı. Heykelin başı tepeden yuvarlandı. Ben ise yürüyordum. Küçük gizli bir geçide ulaştım. Efsaneye göre burası Apollon'un doğduğu yerdi. Polaroid makinemi çıkartıp düğmesine bastım. Fotoğraf çıktığında büyük bir hayretle gördüm ki görüntüde hiçbir şey yoktu. Başka bir açıdan yeniden denedim. Hiçbir şey. Sadece boş negatif fotoğraflar çekiyordum. Sanki bakıyor da görmüyor gibi. Durmadan çekmeye devam ettim ama aynı boş kareler ve kara delikler. Güneş denizin içine battı. Sanki o da terk edip gider gibiydi. Ben de karanlığa battığımı hissediyordum. Film arşivi bana bu projeyi teklif ettiğinde... Bir çıkış yolu olur diye… çok heveslenmiştim. Bir süre sonra vazgeçebilirdim belki ama bir şey keşfettim: Üç bobin film. Sinema tarihinde hiç sözü edilmeyen üç bobin. Bana ne olduğunu bilmiyorum ama bundan tuhaf bir şekilde etkilenmiştim. Bu duygudan kurtulmaya, onu içimden söküp atmaya çalıştım, ama başaramadım. Üç bobin. Belki banyo edilmemiş bütün bir film. Belki de ilk film. İlk bakış... Kaybolmuş bir bakış. Kaybolmuş bir masumiyet. Benim için bir saplantıya dönüştü. Sanki benim filmimdi o. Benim ilk bakışımdı. Uzun yıllar önce yitirdiğim bakış…"

A yıllardır sürgün olduğu Amerika’dan, memleketi Yunanistan’a bu “ilk bakış”ı bulmak için döner. Bir belgesel için Manakis Kardeşler’in kayıp üç bobin filmini aramaya başlayan A’yı  uzun ve zorlu bir yolculuk beklemektedir. Ama yolculuk sırasında arayacağı tek şey bu film olmayacaktır.


Filmin harika olan açılış sekansı kayıp olan üç bobinin hikayesi ile başlar. "1905’te Yunanistan’ın Ardela Köyünde Mikos ve Yanakis Manakis kardeşler tarafından çekilen ilk film, Yunanistan’da ve Balkanlar’da çekilen ilk filmidir. Ama gerçekten öyle mi? Bu bir ilk film mi? İlk bakış mı? 1954 yılının kış aylarıydı. Yannakis Selanik limanında demir atmış mavi bir gemi görmüştü. Geminin limandan ayrılışını görüntülemek istiyordu. Nihayet bir sabah gemi demir aldı. Aynı akşam Yannakis öldü. Negatiflerle ilgili anlaşılmaz şeyler sayıklıyordu üç bobin filmle ilgili. Bunca zamandır o filmlerin niye banyo edilmediği bilinmiyor. Bunca zamandır, ta yüzyılın başından beri." A’nın kayıp üç bobini aramak için ilk durağı memleketi Yunanistan olur ve A’nın geçmişe duyduğu özlem ortaya çıkar.

"Seni böyle ansızın görmeyi hiç ummuyordum bir an için hâyâl görüyorum sandım. Bunca yıldır hep yaptığım gibi. Tren istasyonunu hatırlıyor musun? Yağmurun altında titriyordun, tıpkı şu an olduğu gibi. Rüzgâr oldukça şiddetli esiyordu. Gidiyordum ama niyetim çok yakında dönmekti. Sonra kayboldum. Bilmediğim yollarda dolaşıp durdum. Ellerimi uzatsam sana dokunabilirdim. Biliyorum ve parçalanmış zaman yeniden bütünleşirdi. Ama bana engel olan bir şey var. Keşke sana döndüm diyebilsem. Ama bana engel olan bir şey var. Yolculuk bitmedi henüz. Henüz bitmedi..."

A memleketinde aradığını bulamaz ve Koruçi, Üsküp ve Bükreş’te yolculuğuna devam eder. Yolculuk uzadıkça geçmişine duyduğu özlem giderek artar. Ama harabe haline gelmiş,  yaşanılacak halden uzak Balkanları sevmek için kendini zorlayamaz. Ve Tuna Nehri boyunca Lenin heykelinin yanında kaçak yolculuğuna başlamadan önce bir sevgiliyle vedalaşırken aslında Balkanların Lenin’e kayıtsız vedasıydı söyledikleri: “Evet, ağlıyorum. Çünkü seni sevemiyorum.”

Theodoros Angelopoulos bize bir çok hikaye anlatır bu filmde. Anlatırken de atmosferi oldukça fazla melankolik ve yaralayıcı tutar, bir yandan da müzikleri ile de ağıt yaktırır. Böylece ortaya harika bir şiirsel film çıkarmayı başarır.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Total Eclipse



"Günümüzde moda olan kimi kuramlar ne derlerse desinler, ilkin bir insan yapıtıdır has şiir, onun dünya görüşünü yansıtır, onun varlığının derinliklerinde bulunan güçleri dile getirir. İnsan Rimbaud'nun kimliğinde yanılgıya düşecek olursak şair Rimbaud'yu anlayamayız." Antoine Adam

Burada edebiyatseverlerin büyük beklentilere girmeden izleyebileceği filmlere elimden geldiğince değiniyorum. Kafka, Le Notti Bianche, Juliet et Jim bunlardan bir kaçı. Elbette sinemayı edebiyattan soyutlayamayız. Bu filmimizde altından kolay kolay altından kalkınamayacak bir konuyu Agnieszka Holland başarılı denilebilecek bir şekilde gerçekleştirmiş. Ama yine de keşke daha fazlasını anlatabilseydi demekten kendimi alamadım.

"Göreceksin, uluyacağım sokaklarda. Zırdeli olmak istiyorum. Kesinlikle mücevher gösterme bana, yerlerde sürünürüm, halının üzerinde kıvrılırım yoksa. Kana bulamak isterdim zenginliğimi tepeden tırnağa. Çalışmayacağım asla…"

“Ben bir başkasıdır.” diyen Rimbaud gibi bir beden ve ruhu bu kadar başarılı bir şekilde anlatmak kolay değil. Burada yönetmenin olduğu kadar, performansı ile diğer filmlerinin önüne geçmeyi başaran Leonardo di Caprio’nun da payı var. Rimbaud 16 yaşında şiir yazmaya başlamış ve üç dört ay içinde iki bin yıllık şiir anlayışını ve yazma yöntemini değiştirmiştir. Ancak Rimbaud yirmi yaşında şiir yazmayı bırakır. Rimbaud toprak sahibi bir aileden gelmesine rağmen çalışmayı sevmez, o dünyayı değiştirmek ister. Ancak kaçmak için sürekli fırsat aradığı aile evine her zaman dönmüştür. Bu da Rimbaud’nun yalnızca bir kişiliğe sahip olmadığını gösterir, o her ne kadar aykırı ve inatçı olsa da aynı zamanda bir ana kuzudur.


"Benim üstünlüğümü sağlayan şey, kalbimin olmamasıdır."

Filmde yukarı da anlattıklarıma ve Rimbaud’nun Afrika günlerine çok az değinilir. Filmin ekseni daha çok Rimbaud ve Paul Verlaine’le yaşadığı eşcinsel deney üzerine kuruludur. Verlaine, daha önceden şiirlerini yollayarak zekasına hayran bırakan genç ve idealist Rimbaud'u evinde ağırlar. Rimbaud'nun haşarı ve rahatsız edici tavırları ev sakinleri tarafından hoş karşılanmaz fakat bu durum Verlaine için geçerli değildir. Rimbaud'nun gizemine kapılan Verlaine için Rimbaud devri başlar. Aynı dili konuşan bu iki insanın arasındaki ilişki sadece şair iki arkadaş ilişkisi olmaktan çıkacak ve tüm hayatlarını değiştirecek bir yol izleyecektir.

Diğer biyografik eserlerin aksine vasatın üstünü aşmayı başaran bu filmi, daha önce de dediğim gibi büyük beklentilere girmeden izlemek daha iyi olacaktır.

1 Kasım 2011 Salı

Enter the Void



"Yaşam, yaşam adını almış, fakat gerçekte ölümdür onun adı." Theognis
"Hiç doğmamış olmak insan için en iyisidir." Sofokles

Kısa filmlerle sinemaya kariyerine başlayan Gaspar Noe ilk büyük çıkışını 1998 yapımı Seul Contre Trous ile gerçekleştirmiş, adını uluslar arsı duyuran filmi ise 2002 yapımı Irreversible olmuştur. Bu iki uzun metrajlı filmi, diğer çalışmaları ve filmlerindeki rahatsız edici unsurlar ile kendine özgü bir sinema kitlesi yaratmayı başarmıştı Noe. Ama yine kafalarda soru işaretleri bırakmıştı. Kimine göre kötü, kimine göre iyi bir yönetmendi. Filmleri gibi kendisi de ya çok seviliyor ya da nefret ediliyordu.

Bazı kesimlerin kafalarındaki soru işaretlerini kaldıramasa da 2009 yapımı Enter the Void ile çoğunluk tarafından Noe artık iyi bir yönetmen olarak gösterilmeye başlandı. Ciddi sinema kariyerine 1991 yılında çektiği filmi Carne ile başladığını düşünürsek, Noe 18 yılda sadece 4 film çekmiştir. Bana göre bu dört filmi içerisinde en başarılı olanı Enter the Void’tir.

Enter the Void de dahil Noe, diğer filmlerinde bilindik konular etrafında kendine has sinema tarzı ile gezinmiştir. İyi bir yönetmen olmanın temel taşlarından biride budur. Özellikle Enter the Void de kullandığı kamera hareketleri oldukça başarılıdır.

Noe’nin, Tibet Ölüler Kitabı’nda da esinlediği bu filminde, iki kardeşin hikayesi anlatılmaktadır. Bu iki kardeş geçirdikleri kazadan sonra anne ve babasını kaybetmiştir. Bunun sonucunda Oscar yatılı bir yurda verilirken Linda tanımadığı bir aileye evlatlık gider. Ancak birbirlerine tekrar bir araya gelmek için söz verirler. Ve bir araya geldikleri yer Tokyo olacaktır. Oscar  geçimini uyuşturucu satarak sağlar ve bu sayede de kız kardeşini Tokyo’ya getirir ve olaylar başlar. Noe kendi hayatından da izler taşıyan bu filminde ölüm, hayat, doğum, annelik gibi kavramları bir kez daha sorguluyor.


"İnsanın tüm yaşamı acı ile doludur." Euripides

Filmdeki karakterler için hayat acı ile doludur. İki kardeşin çocukken yaşadığı trafik kazası ve filmin ilerleyen dakikalarında yaşananlar ruhlarında kapanmayacak derin bir travmatik yaralar açar. Herodotus, Trakyalıların yeni doğan bebeği yakarışlarla selamladıkları ve her ölüme sevindiklerini söyler. Filmde de doğum acı getiren bir olay olarak görülürken, ölüm acı dolu bu hayattan bir kurtuluştur.

Yer yer Seventh Seal filminde Bergman gibi varoluşu sorgulayan Noe, filmdeki ölüm yaşam arasında - araf - gidip gelirken kullandığı kamera biçimi de Kubrick’in 2001’ini hatırlatmaktadır. Bunların dışında filmde Haneke ve Lynch’den de esintiler görmekteyiz.

2005 yılında Noe’nin Placebo’nun Protege Moi şarkısına çektiği klip bu filme oldukça benzemektedir. Bu filme hazırlık olarak izlemenizi öneririm.

Filmi buradan izleyebilir ya da bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

Film üzerine bir kaç krtiği daha buralardan okuyabilirsiniz.