5 Mayıs 2011 Perşembe

Le huitième jour

Ve sekizinci gün Georges vardı ve çok güzeldi..



          Tanrı dünyayı sekiz günde elbette yaratmadı ama Georges için bunun pek de bir önemi yoktu. Onun dünyasındaki yaratılış bambaşkaydı. Kendisi Down Sendromu ya da Mongolizm denilen bir hastalığa sahip dünyanın en çılgın, en çikolata seven, ayakkabı müptelası adamıydı. Kendisi gibi Mongol olan bir kadını seviyordu. Ve ölmüş annesini bekliyordu. O gelmeyince Georges onun yanına gitmeye karar verdi elinde yağlı boya ile yapılmış bir resimle. Bu resim Georges’un eviydi.
            Hayatı ok işaretleri ile takip etmeyi sevdiği için Harry’nin yanına kadar geldi. Harry iş düşkünü, boşanmış, tatsız tuzsuz günler geçiren biriydi yani Georges’un tam zıttıydı. Ama aralarında oluşan “saf insanlık bağı”ydı. İçinde hastalık yoktu, statü yoktu, yalan pembe olmadığı sürece yoktu. Sadece saf sevgi vardı. İşte bu iki adam kendi hayatlarını yoluna koyamadığı için birbirlerinin hayatını yoluna sokmaya karar verdiler. Hangisi başarılı oldu onu tam da bilmiyorum. İzleyenler ona karar verecek zaten.
            Film çok bilinen, olay yaratmış bir film değil. Ancak her izleyenin sonunda ne de güzel yaptım diyeceği türden bir film. Kahkaha gözyaşı harmanı desem abartmış olmam sanırım. Cannes Film Festivalinde en iyi erkek oyuncu ödülü alan bu iki adam Daniel Auteuil (Harry) ve Pascal Duquenne (Georges)  bu ödülü sonuna kadar hak etmiştir benim gözümde.
            Fransız-Belçika ortak yapımı filmin yönetmen koltuğunda Jaco Van Dormael oturmakta. Senaryosu da yine bu adama ait.
            Bize insanlığın nasıl olmasını daha doğrusu dostluğun nasıl olmasını sorgulatan bu film kesinlikle izlenmeli. İzlendikten sonra da kocaman gülümsemeli insan. Sekizinci gününüzde yanınızda Georges gibi bir dost olması dileğiyle..

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder