17 Aralık 2012 Pazartesi

The Unbearable Lightness of Being




Varoluş düşüncesi, hiçbir şey yapamayacağın bir zindana hapsolmaktan değil, istediğin her şeyi yapma gücüne sahip olmana rağmen yapacak hiçbir şey bulamamaktan doğar. Hiçbir şey yapmamak için dayanılmaz bir istek duyabilir insan, yatakta uzanmış Chopin dinlerken, elinde şarap şişesiyle tüm gününü geçirebilir. Bir bağlanma ihtiyacı hisseder bu dönemde insan, kuşkusuz hayatı değiştirecek, bu hissiyatı giderecek olan da sadece bir kadının aşkıdır.

“Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)..."

Tomas güzel bir işi olan, yakışıklı bir adamdır. Ailesinin, ülkesinin, çocuğunun ve tanrının bağımlılığından kurtulmuş, bunları üzerinden sıyırıp atmıştır. Hayatı hemen ertesi gün unutulmak üzere yaşanıp gidiyor ama ırmak akıp gidiyor, ona kalan sadece, bir yük olan bedenini ise seviştiği kadınlarla paylaşarak bu ağırlıktan da kurtuluyordu. Ancak Tomas şunu bilmeli ki; hafiflik/ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır. Seviştiği kadınlarda hep bir anlam araması da bu yüzdendir. Sonuçta sevişmek aynı şeyin sonsuz tekrarından başka bir şey değil midir?

“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği.” Kulağa, ilk duyduğunuzda, hoş gelen bir anlam. Ancak bu yazı da kitabın ve filmin ismi bu anlamdan çok  “Varolmanın Katlanılmaz Hafifliği” olarak geçecektir.

Tomas, Tereza, Sabina ve Franz. Kitabın ve haliyle filmin baş karakterleri. Milan Kundera her ne kadar karakterleri için “her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır.” dese de ne Tomas, ne Tereza, ne Franz ve ne de Sabina inanılması zor karakterler gibi gelmiyor roman boyunca. Zaten romanın üslubuna baktığımızda, karakterlerden çok göze batan, anlatıcı olarak Kundera’nın doğrudan okurla temasa geçtiği kısımlar. Açıkçası benim romanda en sevdiğim kısımlarda buralardı. Nietzsche, Beethoven, Anna Karenina, Kral Oedipus, Stalin’in oğlu Yakov ve Antikomünizm. Bu saydığım kısımların, karakterlerin önüne geçmesi de anlaşılmayacak bir durum değil. Aslında Kundera’nın karakterlerini umursamadığını söyleyebilirim, asıl söylemek istediklerini karakterlerin hikayelerini bölerek ve zamanda atlamalar yaparak anlatıyor. Karakterlerin fikirleri onlardan daha çok Kundera’nın ağzından çıkmış gibi. Maalesef kitapta geçen hikayenin atmosferi, Kundera’nın deneme üslubuna yenik düşmüş. (biraz da çok bilmişlik var bu üslupta) Ancak şunu da belirteyim, Kundera bu üslubu riskli olmasına rağmen oldukça başarılı. (tıpkı Orhan Pamuk gibi) Kendi kitabında da referans verdiği Tolstoy’un Anne Karenina romanına benzer bir üslup bu aslında. Ancak Kundera, Tolstoy gibi hikayeyi anlattıklarına yedirememiş. Tabi artık bir Tolstoy olmadığı için, Kundera’nın bu kitabına günümüz için bir başyapıt desek yanlış olmaz.

Tekrar hikayeye dönelim ve film üzerine biraz konuşalım. Sinema tarihinde ki en kötü fikirlerden biri bu kitabın sinemaya uyarlanmasıdır. Çünkü, yukarıda da söylediğim gibi kitap bir hikayeye odaklanmak çok felsefi bir anlatıma sahip. Haliyle bunu sinemaya taşımak kitabın yarısını çöpe atmak demektir. Belki kitapta olduğu gibi filmde de bir anlatıcının sesi olsa daha iyi olabilirmiş.

“Rastlantıların, sadece rastlantıların söyleyecek bir sözü vardır bize. gereklilikten doğan, olmasını beklediğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir. sadece rastlantı bir şeyler
söyler bize.”

Tomas’ın hikayesinden çok karşımıza çıkan, kitaba da ismini veren Tereza’nın hikayesidir. Tomas’ın hafifliği, Tereza için dayanılmazdır. (ya da katlanılmaz) Küçük rastlantılar, Tereza’yı Tomas’ın hayatına sokacak ve o andan itibaren Tomas’ın hayatı tamamen değişecektir.
    
Başta Tomas ve Tereza’nın hikayesi olmak üzere, Tereza’nın rüyaları, Tomas’ın insan bedeni üzerine düşündükleri, Sabina, Franz, Kral Oedipus, aşk, seks ve kitsch üzerine oldukça yüzeysel değinen film, yukarıda da bahsettiğim Kundera’nın anlattıklarına ve büyük yürüyüşe hiç değinmemiştir.

Yönetmen Philip Kaufman, Jean-Claude Carriere’in yardımına ve Sven Nykvist’in muhteşem sinematografisine rağmen oldukça başarısız. Belki yönetmen olarak Milos Forman ya da Agnieszka Holland daha iyi seçimler olabilirdi. Kuafman o kadar kötü ve soğuk bir atmosfer yaratmış ki Daniel-Day Lewis, Juliette Binoche ve Lena Olin’in oyunculukları göze batıyor. (en başarılı oyuncu kuşkusuz Karenin rolündeki köpek) Özellikle, her ne kadar sevsem de, Juliette Binoche kesinlikle Tereza değil. Ha bi de karakterlerin İngilizce konuşmaları, hem de aksanlı, karın ağrısı!!

Lütfen, filmi izlemeden önce, kitabı okuyunuz. “Einmal ist keinmal” Ve sadece bir kere olan şey, diyor Alman özdeyişi, hiç olmamıştır. Bu yüzden kitabı ikinci kez okumanızda yarar var.

1 yorum :

  1. Öncelikle kitabın yarısının çöpe gitmiş olduğuna dair yorumunuza kesinlikle katılıyorum. Ve yönetmenin felsefi dokuya dair sembolik kodlamaları göz ardı etmiş olması tam bir Hollywood stili.
    Filmin geneline hakim renkler ve yaklaşımın tam da zihnimde canlandığı gibi olması beni şaşırtmıştı. Bu ve Juliette konusunda size katılamıyorum. Sabrina okuduğum kadar rahatsız edici doğallıkta ve Juliette de kendi kaosuyla yüzleşmekten delice uzak bir saflıktaydı oyunculuk açısından...
    Kitaptan bende geriye kalan tek bir anahtar cümle var ki aynalara dair bakış açımı doğrudan etkilemişti, sözlerimi onunla bitirmek istedim. Havuz sahnesi ve aynayı hatırlayın. Tereza'nın aynada kendi bedenine bakarken zihninden akan cümleyi hatırlatmak istedim:
    "Ruhum bedenimin içerisinde bir yerlerde büzüşmüş gibi..."

    Kiraz ağacı, şapka...kendi varoluşunun kaosunda toplumsal kaosun tam ortasında ve tam da dışında olmak...
    Hangi yönetmen becerebilirdi bu karşıtlıkları aktarmayı bilemiyorum. Ama Akira Kurasawa ve David Lynch zamansızca bu işe el atsın isterdim :)

    YanıtlaSil