24 Aralık 2012 Pazartesi

Dogville




Baştan söyleyeyim filmin ABD’ye yönelik sosyal bir eleştiri veya oldukça başarılı bir anti-hümanizm propagandası olduğu fikrine katılmıyorum. Bence bu film Dogville ahalisinde vücut bulmuş komünal ve aynı zamanda insan doğası gereği (buraya daha sonra tekrardan geleceğim) kötülüklerin uygun ahval ve şeraitte nasıl da spontane şekilde hiçbir dışsal etkiye maruz kalmadan gelişebileceğini suratımıza tokat gibi çarpmaktadır. Film aslında son anlarına kadar pek sezdirmese de buram buram bireyci bir egoizm karşı propagandası üzerine oturtulmuş yönetmen tarafından. 

Şimdi öncelikle karakterler üzerinden gidelim. Her ne kadar filmde zaman içersinde konumları yer değiştirse de film aslında Grace-Dogville ahalisi arasındaki gene süreç içerisinde rollerin değişeceği mazlumluk-mezalimlik dikotomisinde ki ondan da öte yüzyıllardır tartışma konusu olagelmiş birey-toplum çatışması ana ekseninde seyrediyor. Bu nedenle karakterler derken Grace ve diğerleri şeklinde bir sınıflandırma yapmak pek de yanlış olmasa gerek diye düşünüyorum. Şimdi burada her ne kadar filmde pek keskin bir şekilde işlenemese de Grace’te vücut bulmuş bir birey ve onun zıt kutbunda da birlikte yaşayıp, ortak kararlar alan ve küçük şeylerle mutlu olan (aşırı uç bir örnek olarak Stalin dönemi Sovyet hükümeti propaganda afişlerindeki ideal toplumun ete kemiğe bürünmüş halini tahayyül edin) bir köy(?) ahalisi. Kurgu Grace dediğimiz bu sonradan John Galt‘tan hallice olacak (tamam tamam alakası yok vurmayın) Pollyannacı karakterimizin peşi sıra gelmekte olan mafya kılıklı insanlardan kaçışı sırasında Dogville denen 15-20 kişinin yaşadığı bir köye(?) yarı-zorunlu, yarı-gönüllü ilticası ile başlıyor ve olaylar gelişiyor. İlk başta ufak tefek pürüzler olsa da Grace ablamız ortak, küçük amaçlarıyla hep beraber uyum içinde geçinip giden Dogville ahalisine uyum sağlamakta güçlük çekmiyor. Şimdi buraya kadar karakter ve olay örgüsü gayet sıradan bir kurgudaki gibi ilerlerken bu Grace-Dogville ahalisi kaynaşması/bütünleşmesinden sonra olaylar karmaşıklaşıyor ve artık karakterler arasındaki ilişkiler olağandışı hallere bulanmaya başlıyor, ki zurnanın zurtlayıp dananın kuyruğunun infilak ettiği yer de burası işte. Az önce karakterlerin birey ve toplum’u temsil edecek şekilde aslında iki ana öğeye ayrıldığından bahsetmiştim ama bu bahsettiğimiz Grace’in Dogville ahalisi ile kaynaşmasından sonra filmde uzun müddet rüzgarını estirecek komünal yapılanmanın dayanılamaz ve engellenemez birlikte hareket etme fetişi hakim oluyor ve bu süreçte birey olarak tasvir ettiğimiz Grace karakterinin tüm etkinlikleri neredeyse filmin sonuna kadar minimilize ediliyor hatta bir noktaya geliyor ki sıfırlanıyor. Ki bence burada asıl gözden kaçırılmaması gereken nokta ise tüm ahalinin yararına olacak ortak faydalar hususunda -daha politik bir şekilde ifade etmek gerekirse biz buna kamu yararı diyoruz- bireyi temsil eden Grace’in en tabii haklarının bile hunharca çiğnenmesi ve bu rezilliğin ortak iyilik adına her biri kişilerden oluşan toplum tarafından adeta tek bir organizmanın azalarıycasına yapılmasıdır.

Bunun dışında filmde özellikle Türkiye’de de bir dönem iyi ekmek kapısı olmuş “köy yaşamı”nın hiç de toplumcu gerçekçiler tarafından romantize edilip, lirikleştirildiği gibi olmadığını göstermektedir. Köylü dediğimiz insanlar her ne kadar bilhassa popülist liderler tarafından yüzeysel ve sloganist laflarla bilinçaltımıza kutsanmış bir öğe olarak kodlanmış olsa da aslında kafası çok da basmayan, çetrefilli meseleler konusunda vurdumduymaz/sinist, genel geçer meseleler konusunda bir anda külhanbeyi gibi oluveren insanlar olduğu gerçeği alttan alta güzel işlenmiş filmde. Öte yandan artık vasat ortamların geyiği olmaya yüz tutmuş eşek siken Anadolu köylüsü metaforunun da sadece bu topraklara özgü olmadığını ondan ziyade kır yaşamının toplumsal baskı ortamında bir nevi kişisel ihtiyaçların kolektif tatmini olduğunu görebiliriz. Ki filmde birey kavramının tüm yükünü üzerine yüklediğimiz Grace ahalinin gündelik işlerini gideren biri olması yanı sıra toplumun erkek üyelerinin tümünün (burada kalıbımı basarım hepinizin aklına smurfs‘lardaki “tüm şirinler şirine’ye mi kayıyor yea” geyiği gelmiştir) cinsel ihtiyaçlarını da gideren bir aygıt olagelmiştir ve bir nevi içinde yaşadığı komünal yapı tarafından hissizleştirilmiş ve tepki veremez bir konuma sürüklenmiştir bu kadıncağız -madem bol vuruşlu yazı yazıyorum birazcık olsun favori karakterimin içler acısı ahvalini dramatize etme hakkım da olmalı.

Gelelim en başta bahsettiğim “insan doğası gereği kötüdür” konusuna. Meseleyi çok kusursuz ve eksiksiz bir şekilde kavramsal veya zorunlu olarak muhteva ettiği şekilde felsefi bir çözümleme yoluna giderek açıklama gibi bir yol seçmeyeceğim tabi ki de. Ama öncelikle bir şerh düşerek meseleye girmeyi düşünüyorum. İnsan doğası gereği kötüdür dedik tamam ama insan bu kötülük hedesini uygulayabilecek bir nesneye ihtiyaç duymaktadır (nesne derken burada kişinin kendisi dışındaki canlı varlıklar nezdinde insan ve hayvan öznelinde düşünelim konuyu şimdilik). Ha bu demek değildir ki insan doğası gereği nötrdür içinde bulunduğu sosyal yapı onun daha sonra özüne işleyecek bir vasıf kazandırır, alakası yok. İnsanın doğası gereği içinde kötülük vardır diyoruz ama biz buna iki özne arasındaki etkileşimi dışarıdan değerlendiren 3. bir göz olarak tarafları iyi-kötü dikotomisinde ele alıyoruz. Ki meselenin en can alıcı kısmı da bu olsa gerek ki filmde de bu çok güzel anlatılmış zaten. Dışarıdan bir gözle baktığımızda biz tarafları iyi veya kötü olarak tanımlayabilecek bir vasfa sahibiz, tamam burada bir sorun yok zaten. Ama asıl olan filmin sonuna kadar Dogville ahalisinde vücut bulan ama filmin en sonunda tam tersine dönen madalyonla birlikte kötülük eylemi sürekli bir şekilde vuku bulurken eylemi icra eden öznelerin sürekli değişmesidir. Ve buradan da şuraya varıyoruz. Evet insan doğası gereği kötüdür ama bizim dışarıdan üçüncü bir şahıs olarak gözlemci sıfatıyla kötü olarak nitelendirdiğimiz şeylerin kötülüğü bizzat gerçekleştiren özneler tarafından bilinçli bir şekilde mi yapıldığıdır. Daha doğru bir şekilde sormak gerekirse kötülüğü icra eden kişi kötülük yaptığının farkında mıdır? Mesela Dogville’deki nakliyeci -dışarıdan bakınca tiksinç duyduğumuz bir şekilde- yardım ettiği kadına tecavüz ederken kötü bir şey yaptığının bilincinde midir yoksa içinde bulunduğu topluluğa dayanan aidiyet duygusunun verdiği özgüven ve minnetle bir şekilde borcunu mu ödemektedir? Hah şimdi burada şuraya geliyorum kötülük problemi insanın doğası gereği vardır ve aslında uygar insanı iyiye çeviren tüm etkenler modernizmin ona bir şekilde dikte ettiği değerlerdir. Modern insan şık giyimli, iyi görünüşlü, kültürlü ve bakımlı vs. olmak zorunda ama modernizmin dayattığı iyi değerleri kötülüğü bastırabilmiş midir? Tabi ki de hayır! Tam tersine kötülük akıl almaz şekilde kitleselleştirilmiş ve böylelikle algılarımızda normalleştirilmiştir. Dogville ahalisi örneğinde de çok güzel tasvir edildiği gibi kötülük kolektif bir hale getirilerek tüm toplumca normalleştirilmiştir. Grace’e aşık olan ve nispeten sıradan bir Dogville’li olarak niteleyemeyeceğimiz Tom’un bile olanların meşruluğu konusunda bir sorgulamaya gitmemesi bunun en güzel örneğidir. Mesela film boyunca Dogville ahalisinin esas kızımın Grace’e yaptığı namertlikleri izleyip adeta bize yapılırmışçasına öfkelendik, eminim o anlarda hepimizi içten içe bir intikam ateşi sarmıştır. Filmin en sonunda Grace ve babasının o müthiş diyaloglarından sonra Grace’in tüm Dogville ahalisinin öldürülmesini emrettiğinde filmi izleyen herkes eminim “işte olması gereken de buydu, helal olsun be Grace’e!!.” demiştir ve hatta Grace’in “Çocuklu aileler var. Önce anne babalarının gözleri önünde çocukları öldürün” emri ile hepimiz bu intikam duygusunun asaleti karşısında tuz buz olduk. Şimdi bir de başka bir pencereden bakalım olaya. Diyelim ki bu Dogville vakası olduktan 100 sene sonra meseleyi adeta bir lise tarih ders kitabı donukluğunda ve ruhsuzluğunda ele alalım. Elimizde ne var? 

1) Küçük bir mezrada ahali tarafından her türlü insanlık dışı muameleye maruz bırakılmış bir kadın.

2) İçinde sabi sübyanında yer aldığı yaklaşık 20 masum(?) insanı öldüren cevval bir kadın (Grace)

Bu durumda meseleyi ajitatif bir hale büründürmeden somut verilerle hareket ederek yorumlamaya kalkıştığımızda 100 sene sonra bir tarih ders kitabından okuyan birisi Grace denilen kadının çok adi, şerefsiz, kötü, kaka (en azından Dogville ahalisine nispeten) birisi olduğundan şüphe dahi etmeyecektir. Ee ne oldu şimdi diye sorduğunuzu biliyorum. Film esnasında normalde haberi bile kanımızı donduracak bir hadise cereyan ederken hepimiz Grace’e arka çıkarken meselenin edebi ve ajitatif yanı göz ardı edilip bir tarih kitabı edasıyla ele alındığında Grace, Dogville ahalisinden bin kat daha gaddar biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne oldu peki burada? Filmin esas kızı Grace yaptığı kötülükten önce yaşadıklarıyla hepimizi yanına çekti ve adeta film kendi içindeki bir kötülüğü izleyiciler nezdinde kitleselleştirilerek çok cani bir katliamı hepimizin nazarında meşru kıldı.(hepiniz ters köşeye yattınız dimi ibneler hehehe) 

Buraya kadar mesele çok karmaşık ve dağınık gelmiş olabilir, problem yok. İçimizden bir basit örnekle açıklama yolunu tercih edeyim. Mesela Türkiye’nin batısında herhangi bir şehirde yaşayan orta sınıfa mensup ve çevresiyle ilişkileri de gayet iyi giden bir aile babasını düşünün. Bu baba figürünün her ne kadar çevresiyle ilişkileri olağanüstü olacak şekilde iyi olsa bile genel geçer birtakım “ortak düşman/nefret odakları” söz konusu olduğundan firavunvari bir adama dönüşebileceği kuşku götürmez bir gerçek. Sözgelimi Türkiye’de her yelpazeden, fraksiyondan Türk kamuoyunun ortak nefretini çekmede en iyi örnek olarak Pkk’yı verebiliriz diye düşünüyorum. İş bu iyi aile babası her ne kadar harikulade bir sosyal ilişkiler bütünlüğüne sahip olsa bile bu ortak nefret reseptörlerine dokunacak bir mesele hakkında çok çok iyimser bir şekilde ifade etmek gerekirse en iyi ihtimalle “orozpu çocuu pekaka, apo piçini asın ulan asın!” yorumunu yapacak ve bu durum hiç yadırganmayacakken normalde çevresini saran o toplum dediğimiz yapının bir mensubuna benzer sözleri sarf etse belki de bunun bedelini canıyla ödeyecektir. Her şey bir yana figürümüz modern toplumun ondan umduğu şekilde çok iyi bir baba, eş, patron, işadamı, emekçi olabilir ama ne olamayacağı aşikardır ki o da iyi bir insan olamayacağıdır. Burada asıl vurgulamak istediğim de her insan doğası gereği kötüdür önermesinin insanın sosyal bir varlık olarak arz-ı endam etmesi dahilinde geçerli olduğudur. Buraya girecek ne zamanım ne de dermanım kaldı ama örneğin tek başına bir mağarada yaşayan birini düşünürsek bu insan için doğası gereği kötüdür tezi otomatikman geçersiz hale gelecektir, zira kötülük fiilini üzerinde hayata geçirebileceği bir obje söz konusu değildir. Kişi kendi kendisine iyilik veya kötülük olarak tanımlayabileceğimiz bir eylem de gerçekleştiremeyeceğine göre default olarak kötülük probleminin tek bir insan için bir geçerliliği olmayacaktır. Kötücüllüğün kitleselleşmesi ve normalleşmesi kısmına burada nokta koyuyorum belki ilerde bu konuyu daha derli toplu bir şekilde işleyen bir yazı yazarsam editlemeyi de ihmal etmem.

Lise yıllarından kalma klişedir “edebi bir eser her okuyucuya farklı lezzetler sunar” diye. Ama Dogville için bu gerçekten de böyle. Bundan önce yazılmış şeylere şöyle bir göz gezdirdim de birkaç istisna haricinde benim zihnimi meşgul edecek şekilde bir etki yaratmamış çoğu kişide bu film. Pek çok kişi filmi bir anti-hümanizm propagandası olarak nitelemiş. Bu bence hatalı bir değerlendirme zira ortada insanlar birbirini assın kessin herkes tuttuğunu siksin gibi bir durum söz konusu değil. Bilakis Dogville bugüne kadar her ortalamanın üstü seviyede bir entelektüel tartışmanın içinde müzmin olarak kabul etmek zorunda bırakıldığımız hümanist mitosları haksız çıkarması yanı sıra aslında insanlardan oluşan topluma ayna tutuyor. Bugüne kadar idrakimize yerleştirilmiş olan “insanlar iyidir” genellemesini tarumar ettiği için olsa gerek herkes tarafından anti-hümanizm propagandası olarak nitelendirilmiş. Öte yandan filmi “Amerika’yı eleştiriyor be helal olsun yönetmene” şeklinde yorumlayanlara elimden kabul edersiniz ki gülüp geçmekten başka bir şey gelmiyor. Hoş Saving Private Ryan filminin başında ve sonunda dalgalanan ABD bayrakları nedeniyle “bu film baştan aşağı amerikan propagandası yeaa” diyen zihni ishal geçirmişlerin filmi başka şekilde anlamasını beklemek de hata olsa gerek. Filmi bu iki pencere dışından izlerseniz eminim siz de filme ilmek ilmek işlenmiş metafor zenginliği nedeniyle filmden büyük bir haz alacaksınız ki zaten bu yazıyı hiç atlamadan buraya kadar okuduysanız uzun yazı yazma konusunda çok fena bir üşengeçliği olan yazıf sahibine bile bunu yazdırabilecek bir filmi indirmeye çoktan başlamışsınızdır demektir. Ee bu durumda haliyle bana da iyi seyirler dilemekten başka bir şey kalmıyor o zaman.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder