26 Aralık 2012 Çarşamba

Sedmikrásky




“Bu film sadece salataları pörsümüş olduğunda öfkelenen tüm insanlara adanmıştır.”

Avrupa’da 1960lı yıllarda, Fransız Yeni Dalga ve İtalyan Yeni Gerçekçilik ile beraber Çek Yeni Dalga akımı en önemli sinema hareketleri arasında yer almıştır. Ancak 1968 yılında Sovyetler’in Çekoslavakya’yı işgal etmesi nedeniyle diğer akımlara göre daha kısa süreli olmuştur. Yine de bu dönemde Çek sinemasının en önemli filmleri yaratılmıştır.

Sedmikrasky, kuşkusuz bu filmlerin arasında en ayrıksı olanı. Coşkulu bir sinema üslubuna sahip film, bir feminist kaba güldürü olarak adlandırılsa da bir çok farklı okumaya açık. Filmin dönen çarklarla ve savaş görüntüleri ile açılıp, karakterlerin anti-militarist konuşmaları Dadaist bir temsile dönüşüyor. Film, her ikisi de Marie adında, 17 yaşında iki kızın, dünyanın düzeninin bozulduğunu ve çivisini çıktığını düşünmeleri ile yaşadıkları tüketim toplumuna duydukları tepkiler nedeniyle, hedonist bir yaklaşımla, önüne gelen her şeyi yıkmaktan ve bozmaktan zevk almalarının öyküsünü anlatır. Film, fallik dönemde kalmış gibi görünen karakterlerin, çirkin yaşlı adamları baştan çıkarıp, sonra da onları terk etmeleri ve penisi simgeleyen yiyecekleri kesmeleri gibi tavırlar nedeniyle lezbiyen bir alt metne sahip olması, Çek toplumun o dönemde kadına biçtiği rolü ekranda dağıtıyor. Yönetmen Chytilova böylece diğer yeni dalga akımları gibi sosyal konformizme ve toplumsal cinsiyete satirik bakışlar atmayı ihmal etmiyor.

Film belli bir kurguya ya da bütünlüğe sahip değil. Chytilova karakterlerini önemsemiyor, onları başı boş hareketlerinden alt metin topluyor. Bu da Chytilova’nın başını devletle belaya sokmasına neden oluyor. Karakterlerin film boyunca sürekli yemek yemeleri, Çek hükümetinin de dikkatini çekiyor ve yemek israfı yapıldığı nedeniyle film yasaklanıyor. Dahası ahlaksızlığı özendirdiği nedeniyle, Chytilova’nın 1966 yapımı bu filminden sonra 1975’e kadar film yapılması yasaklanıyor.

Filmden daha bir çok anlam çıkartabilmek mümkün. Yıkıcı, canlı, enerjik ve farklı sinema deneyimi yaşamak isteyen sinefiller için, Chytilova’nın bu güzel filmi izlenilmeyi bekliyor.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Dogville




Baştan söyleyeyim filmin ABD’ye yönelik sosyal bir eleştiri veya oldukça başarılı bir anti-hümanizm propagandası olduğu fikrine katılmıyorum. Bence bu film Dogville ahalisinde vücut bulmuş komünal ve aynı zamanda insan doğası gereği (buraya daha sonra tekrardan geleceğim) kötülüklerin uygun ahval ve şeraitte nasıl da spontane şekilde hiçbir dışsal etkiye maruz kalmadan gelişebileceğini suratımıza tokat gibi çarpmaktadır. Film aslında son anlarına kadar pek sezdirmese de buram buram bireyci bir egoizm karşı propagandası üzerine oturtulmuş yönetmen tarafından. 

Şimdi öncelikle karakterler üzerinden gidelim. Her ne kadar filmde zaman içersinde konumları yer değiştirse de film aslında Grace-Dogville ahalisi arasındaki gene süreç içerisinde rollerin değişeceği mazlumluk-mezalimlik dikotomisinde ki ondan da öte yüzyıllardır tartışma konusu olagelmiş birey-toplum çatışması ana ekseninde seyrediyor. Bu nedenle karakterler derken Grace ve diğerleri şeklinde bir sınıflandırma yapmak pek de yanlış olmasa gerek diye düşünüyorum. Şimdi burada her ne kadar filmde pek keskin bir şekilde işlenemese de Grace’te vücut bulmuş bir birey ve onun zıt kutbunda da birlikte yaşayıp, ortak kararlar alan ve küçük şeylerle mutlu olan (aşırı uç bir örnek olarak Stalin dönemi Sovyet hükümeti propaganda afişlerindeki ideal toplumun ete kemiğe bürünmüş halini tahayyül edin) bir köy(?) ahalisi. Kurgu Grace dediğimiz bu sonradan John Galt‘tan hallice olacak (tamam tamam alakası yok vurmayın) Pollyannacı karakterimizin peşi sıra gelmekte olan mafya kılıklı insanlardan kaçışı sırasında Dogville denen 15-20 kişinin yaşadığı bir köye(?) yarı-zorunlu, yarı-gönüllü ilticası ile başlıyor ve olaylar gelişiyor. İlk başta ufak tefek pürüzler olsa da Grace ablamız ortak, küçük amaçlarıyla hep beraber uyum içinde geçinip giden Dogville ahalisine uyum sağlamakta güçlük çekmiyor. Şimdi buraya kadar karakter ve olay örgüsü gayet sıradan bir kurgudaki gibi ilerlerken bu Grace-Dogville ahalisi kaynaşması/bütünleşmesinden sonra olaylar karmaşıklaşıyor ve artık karakterler arasındaki ilişkiler olağandışı hallere bulanmaya başlıyor, ki zurnanın zurtlayıp dananın kuyruğunun infilak ettiği yer de burası işte. Az önce karakterlerin birey ve toplum’u temsil edecek şekilde aslında iki ana öğeye ayrıldığından bahsetmiştim ama bu bahsettiğimiz Grace’in Dogville ahalisi ile kaynaşmasından sonra filmde uzun müddet rüzgarını estirecek komünal yapılanmanın dayanılamaz ve engellenemez birlikte hareket etme fetişi hakim oluyor ve bu süreçte birey olarak tasvir ettiğimiz Grace karakterinin tüm etkinlikleri neredeyse filmin sonuna kadar minimilize ediliyor hatta bir noktaya geliyor ki sıfırlanıyor. Ki bence burada asıl gözden kaçırılmaması gereken nokta ise tüm ahalinin yararına olacak ortak faydalar hususunda -daha politik bir şekilde ifade etmek gerekirse biz buna kamu yararı diyoruz- bireyi temsil eden Grace’in en tabii haklarının bile hunharca çiğnenmesi ve bu rezilliğin ortak iyilik adına her biri kişilerden oluşan toplum tarafından adeta tek bir organizmanın azalarıycasına yapılmasıdır.

Bunun dışında filmde özellikle Türkiye’de de bir dönem iyi ekmek kapısı olmuş “köy yaşamı”nın hiç de toplumcu gerçekçiler tarafından romantize edilip, lirikleştirildiği gibi olmadığını göstermektedir. Köylü dediğimiz insanlar her ne kadar bilhassa popülist liderler tarafından yüzeysel ve sloganist laflarla bilinçaltımıza kutsanmış bir öğe olarak kodlanmış olsa da aslında kafası çok da basmayan, çetrefilli meseleler konusunda vurdumduymaz/sinist, genel geçer meseleler konusunda bir anda külhanbeyi gibi oluveren insanlar olduğu gerçeği alttan alta güzel işlenmiş filmde. Öte yandan artık vasat ortamların geyiği olmaya yüz tutmuş eşek siken Anadolu köylüsü metaforunun da sadece bu topraklara özgü olmadığını ondan ziyade kır yaşamının toplumsal baskı ortamında bir nevi kişisel ihtiyaçların kolektif tatmini olduğunu görebiliriz. Ki filmde birey kavramının tüm yükünü üzerine yüklediğimiz Grace ahalinin gündelik işlerini gideren biri olması yanı sıra toplumun erkek üyelerinin tümünün (burada kalıbımı basarım hepinizin aklına smurfs‘lardaki “tüm şirinler şirine’ye mi kayıyor yea” geyiği gelmiştir) cinsel ihtiyaçlarını da gideren bir aygıt olagelmiştir ve bir nevi içinde yaşadığı komünal yapı tarafından hissizleştirilmiş ve tepki veremez bir konuma sürüklenmiştir bu kadıncağız -madem bol vuruşlu yazı yazıyorum birazcık olsun favori karakterimin içler acısı ahvalini dramatize etme hakkım da olmalı.

Gelelim en başta bahsettiğim “insan doğası gereği kötüdür” konusuna. Meseleyi çok kusursuz ve eksiksiz bir şekilde kavramsal veya zorunlu olarak muhteva ettiği şekilde felsefi bir çözümleme yoluna giderek açıklama gibi bir yol seçmeyeceğim tabi ki de. Ama öncelikle bir şerh düşerek meseleye girmeyi düşünüyorum. İnsan doğası gereği kötüdür dedik tamam ama insan bu kötülük hedesini uygulayabilecek bir nesneye ihtiyaç duymaktadır (nesne derken burada kişinin kendisi dışındaki canlı varlıklar nezdinde insan ve hayvan öznelinde düşünelim konuyu şimdilik). Ha bu demek değildir ki insan doğası gereği nötrdür içinde bulunduğu sosyal yapı onun daha sonra özüne işleyecek bir vasıf kazandırır, alakası yok. İnsanın doğası gereği içinde kötülük vardır diyoruz ama biz buna iki özne arasındaki etkileşimi dışarıdan değerlendiren 3. bir göz olarak tarafları iyi-kötü dikotomisinde ele alıyoruz. Ki meselenin en can alıcı kısmı da bu olsa gerek ki filmde de bu çok güzel anlatılmış zaten. Dışarıdan bir gözle baktığımızda biz tarafları iyi veya kötü olarak tanımlayabilecek bir vasfa sahibiz, tamam burada bir sorun yok zaten. Ama asıl olan filmin sonuna kadar Dogville ahalisinde vücut bulan ama filmin en sonunda tam tersine dönen madalyonla birlikte kötülük eylemi sürekli bir şekilde vuku bulurken eylemi icra eden öznelerin sürekli değişmesidir. Ve buradan da şuraya varıyoruz. Evet insan doğası gereği kötüdür ama bizim dışarıdan üçüncü bir şahıs olarak gözlemci sıfatıyla kötü olarak nitelendirdiğimiz şeylerin kötülüğü bizzat gerçekleştiren özneler tarafından bilinçli bir şekilde mi yapıldığıdır. Daha doğru bir şekilde sormak gerekirse kötülüğü icra eden kişi kötülük yaptığının farkında mıdır? Mesela Dogville’deki nakliyeci -dışarıdan bakınca tiksinç duyduğumuz bir şekilde- yardım ettiği kadına tecavüz ederken kötü bir şey yaptığının bilincinde midir yoksa içinde bulunduğu topluluğa dayanan aidiyet duygusunun verdiği özgüven ve minnetle bir şekilde borcunu mu ödemektedir? Hah şimdi burada şuraya geliyorum kötülük problemi insanın doğası gereği vardır ve aslında uygar insanı iyiye çeviren tüm etkenler modernizmin ona bir şekilde dikte ettiği değerlerdir. Modern insan şık giyimli, iyi görünüşlü, kültürlü ve bakımlı vs. olmak zorunda ama modernizmin dayattığı iyi değerleri kötülüğü bastırabilmiş midir? Tabi ki de hayır! Tam tersine kötülük akıl almaz şekilde kitleselleştirilmiş ve böylelikle algılarımızda normalleştirilmiştir. Dogville ahalisi örneğinde de çok güzel tasvir edildiği gibi kötülük kolektif bir hale getirilerek tüm toplumca normalleştirilmiştir. Grace’e aşık olan ve nispeten sıradan bir Dogville’li olarak niteleyemeyeceğimiz Tom’un bile olanların meşruluğu konusunda bir sorgulamaya gitmemesi bunun en güzel örneğidir. Mesela film boyunca Dogville ahalisinin esas kızımın Grace’e yaptığı namertlikleri izleyip adeta bize yapılırmışçasına öfkelendik, eminim o anlarda hepimizi içten içe bir intikam ateşi sarmıştır. Filmin en sonunda Grace ve babasının o müthiş diyaloglarından sonra Grace’in tüm Dogville ahalisinin öldürülmesini emrettiğinde filmi izleyen herkes eminim “işte olması gereken de buydu, helal olsun be Grace’e!!.” demiştir ve hatta Grace’in “Çocuklu aileler var. Önce anne babalarının gözleri önünde çocukları öldürün” emri ile hepimiz bu intikam duygusunun asaleti karşısında tuz buz olduk. Şimdi bir de başka bir pencereden bakalım olaya. Diyelim ki bu Dogville vakası olduktan 100 sene sonra meseleyi adeta bir lise tarih ders kitabı donukluğunda ve ruhsuzluğunda ele alalım. Elimizde ne var? 

1) Küçük bir mezrada ahali tarafından her türlü insanlık dışı muameleye maruz bırakılmış bir kadın.

2) İçinde sabi sübyanında yer aldığı yaklaşık 20 masum(?) insanı öldüren cevval bir kadın (Grace)

Bu durumda meseleyi ajitatif bir hale büründürmeden somut verilerle hareket ederek yorumlamaya kalkıştığımızda 100 sene sonra bir tarih ders kitabından okuyan birisi Grace denilen kadının çok adi, şerefsiz, kötü, kaka (en azından Dogville ahalisine nispeten) birisi olduğundan şüphe dahi etmeyecektir. Ee ne oldu şimdi diye sorduğunuzu biliyorum. Film esnasında normalde haberi bile kanımızı donduracak bir hadise cereyan ederken hepimiz Grace’e arka çıkarken meselenin edebi ve ajitatif yanı göz ardı edilip bir tarih kitabı edasıyla ele alındığında Grace, Dogville ahalisinden bin kat daha gaddar biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne oldu peki burada? Filmin esas kızı Grace yaptığı kötülükten önce yaşadıklarıyla hepimizi yanına çekti ve adeta film kendi içindeki bir kötülüğü izleyiciler nezdinde kitleselleştirilerek çok cani bir katliamı hepimizin nazarında meşru kıldı.(hepiniz ters köşeye yattınız dimi ibneler hehehe) 

Buraya kadar mesele çok karmaşık ve dağınık gelmiş olabilir, problem yok. İçimizden bir basit örnekle açıklama yolunu tercih edeyim. Mesela Türkiye’nin batısında herhangi bir şehirde yaşayan orta sınıfa mensup ve çevresiyle ilişkileri de gayet iyi giden bir aile babasını düşünün. Bu baba figürünün her ne kadar çevresiyle ilişkileri olağanüstü olacak şekilde iyi olsa bile genel geçer birtakım “ortak düşman/nefret odakları” söz konusu olduğundan firavunvari bir adama dönüşebileceği kuşku götürmez bir gerçek. Sözgelimi Türkiye’de her yelpazeden, fraksiyondan Türk kamuoyunun ortak nefretini çekmede en iyi örnek olarak Pkk’yı verebiliriz diye düşünüyorum. İş bu iyi aile babası her ne kadar harikulade bir sosyal ilişkiler bütünlüğüne sahip olsa bile bu ortak nefret reseptörlerine dokunacak bir mesele hakkında çok çok iyimser bir şekilde ifade etmek gerekirse en iyi ihtimalle “orozpu çocuu pekaka, apo piçini asın ulan asın!” yorumunu yapacak ve bu durum hiç yadırganmayacakken normalde çevresini saran o toplum dediğimiz yapının bir mensubuna benzer sözleri sarf etse belki de bunun bedelini canıyla ödeyecektir. Her şey bir yana figürümüz modern toplumun ondan umduğu şekilde çok iyi bir baba, eş, patron, işadamı, emekçi olabilir ama ne olamayacağı aşikardır ki o da iyi bir insan olamayacağıdır. Burada asıl vurgulamak istediğim de her insan doğası gereği kötüdür önermesinin insanın sosyal bir varlık olarak arz-ı endam etmesi dahilinde geçerli olduğudur. Buraya girecek ne zamanım ne de dermanım kaldı ama örneğin tek başına bir mağarada yaşayan birini düşünürsek bu insan için doğası gereği kötüdür tezi otomatikman geçersiz hale gelecektir, zira kötülük fiilini üzerinde hayata geçirebileceği bir obje söz konusu değildir. Kişi kendi kendisine iyilik veya kötülük olarak tanımlayabileceğimiz bir eylem de gerçekleştiremeyeceğine göre default olarak kötülük probleminin tek bir insan için bir geçerliliği olmayacaktır. Kötücüllüğün kitleselleşmesi ve normalleşmesi kısmına burada nokta koyuyorum belki ilerde bu konuyu daha derli toplu bir şekilde işleyen bir yazı yazarsam editlemeyi de ihmal etmem.

Lise yıllarından kalma klişedir “edebi bir eser her okuyucuya farklı lezzetler sunar” diye. Ama Dogville için bu gerçekten de böyle. Bundan önce yazılmış şeylere şöyle bir göz gezdirdim de birkaç istisna haricinde benim zihnimi meşgul edecek şekilde bir etki yaratmamış çoğu kişide bu film. Pek çok kişi filmi bir anti-hümanizm propagandası olarak nitelemiş. Bu bence hatalı bir değerlendirme zira ortada insanlar birbirini assın kessin herkes tuttuğunu siksin gibi bir durum söz konusu değil. Bilakis Dogville bugüne kadar her ortalamanın üstü seviyede bir entelektüel tartışmanın içinde müzmin olarak kabul etmek zorunda bırakıldığımız hümanist mitosları haksız çıkarması yanı sıra aslında insanlardan oluşan topluma ayna tutuyor. Bugüne kadar idrakimize yerleştirilmiş olan “insanlar iyidir” genellemesini tarumar ettiği için olsa gerek herkes tarafından anti-hümanizm propagandası olarak nitelendirilmiş. Öte yandan filmi “Amerika’yı eleştiriyor be helal olsun yönetmene” şeklinde yorumlayanlara elimden kabul edersiniz ki gülüp geçmekten başka bir şey gelmiyor. Hoş Saving Private Ryan filminin başında ve sonunda dalgalanan ABD bayrakları nedeniyle “bu film baştan aşağı amerikan propagandası yeaa” diyen zihni ishal geçirmişlerin filmi başka şekilde anlamasını beklemek de hata olsa gerek. Filmi bu iki pencere dışından izlerseniz eminim siz de filme ilmek ilmek işlenmiş metafor zenginliği nedeniyle filmden büyük bir haz alacaksınız ki zaten bu yazıyı hiç atlamadan buraya kadar okuduysanız uzun yazı yazma konusunda çok fena bir üşengeçliği olan yazıf sahibine bile bunu yazdırabilecek bir filmi indirmeye çoktan başlamışsınızdır demektir. Ee bu durumda haliyle bana da iyi seyirler dilemekten başka bir şey kalmıyor o zaman.

17 Aralık 2012 Pazartesi

The Unbearable Lightness of Being




Varoluş düşüncesi, hiçbir şey yapamayacağın bir zindana hapsolmaktan değil, istediğin her şeyi yapma gücüne sahip olmana rağmen yapacak hiçbir şey bulamamaktan doğar. Hiçbir şey yapmamak için dayanılmaz bir istek duyabilir insan, yatakta uzanmış Chopin dinlerken, elinde şarap şişesiyle tüm gününü geçirebilir. Bir bağlanma ihtiyacı hisseder bu dönemde insan, kuşkusuz hayatı değiştirecek, bu hissiyatı giderecek olan da sadece bir kadının aşkıdır.

“Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)..."

Tomas güzel bir işi olan, yakışıklı bir adamdır. Ailesinin, ülkesinin, çocuğunun ve tanrının bağımlılığından kurtulmuş, bunları üzerinden sıyırıp atmıştır. Hayatı hemen ertesi gün unutulmak üzere yaşanıp gidiyor ama ırmak akıp gidiyor, ona kalan sadece, bir yük olan bedenini ise seviştiği kadınlarla paylaşarak bu ağırlıktan da kurtuluyordu. Ancak Tomas şunu bilmeli ki; hafiflik/ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır. Seviştiği kadınlarda hep bir anlam araması da bu yüzdendir. Sonuçta sevişmek aynı şeyin sonsuz tekrarından başka bir şey değil midir?

“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği.” Kulağa, ilk duyduğunuzda, hoş gelen bir anlam. Ancak bu yazı da kitabın ve filmin ismi bu anlamdan çok  “Varolmanın Katlanılmaz Hafifliği” olarak geçecektir.

Tomas, Tereza, Sabina ve Franz. Kitabın ve haliyle filmin baş karakterleri. Milan Kundera her ne kadar karakterleri için “her biri benim ancak kenarında dolaştığım bir sınırı aşmıştır.” dese de ne Tomas, ne Tereza, ne Franz ve ne de Sabina inanılması zor karakterler gibi gelmiyor roman boyunca. Zaten romanın üslubuna baktığımızda, karakterlerden çok göze batan, anlatıcı olarak Kundera’nın doğrudan okurla temasa geçtiği kısımlar. Açıkçası benim romanda en sevdiğim kısımlarda buralardı. Nietzsche, Beethoven, Anna Karenina, Kral Oedipus, Stalin’in oğlu Yakov ve Antikomünizm. Bu saydığım kısımların, karakterlerin önüne geçmesi de anlaşılmayacak bir durum değil. Aslında Kundera’nın karakterlerini umursamadığını söyleyebilirim, asıl söylemek istediklerini karakterlerin hikayelerini bölerek ve zamanda atlamalar yaparak anlatıyor. Karakterlerin fikirleri onlardan daha çok Kundera’nın ağzından çıkmış gibi. Maalesef kitapta geçen hikayenin atmosferi, Kundera’nın deneme üslubuna yenik düşmüş. (biraz da çok bilmişlik var bu üslupta) Ancak şunu da belirteyim, Kundera bu üslubu riskli olmasına rağmen oldukça başarılı. (tıpkı Orhan Pamuk gibi) Kendi kitabında da referans verdiği Tolstoy’un Anne Karenina romanına benzer bir üslup bu aslında. Ancak Kundera, Tolstoy gibi hikayeyi anlattıklarına yedirememiş. Tabi artık bir Tolstoy olmadığı için, Kundera’nın bu kitabına günümüz için bir başyapıt desek yanlış olmaz.

Tekrar hikayeye dönelim ve film üzerine biraz konuşalım. Sinema tarihinde ki en kötü fikirlerden biri bu kitabın sinemaya uyarlanmasıdır. Çünkü, yukarıda da söylediğim gibi kitap bir hikayeye odaklanmak çok felsefi bir anlatıma sahip. Haliyle bunu sinemaya taşımak kitabın yarısını çöpe atmak demektir. Belki kitapta olduğu gibi filmde de bir anlatıcının sesi olsa daha iyi olabilirmiş.

“Rastlantıların, sadece rastlantıların söyleyecek bir sözü vardır bize. gereklilikten doğan, olmasını beklediğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir. sadece rastlantı bir şeyler
söyler bize.”

Tomas’ın hikayesinden çok karşımıza çıkan, kitaba da ismini veren Tereza’nın hikayesidir. Tomas’ın hafifliği, Tereza için dayanılmazdır. (ya da katlanılmaz) Küçük rastlantılar, Tereza’yı Tomas’ın hayatına sokacak ve o andan itibaren Tomas’ın hayatı tamamen değişecektir.
    
Başta Tomas ve Tereza’nın hikayesi olmak üzere, Tereza’nın rüyaları, Tomas’ın insan bedeni üzerine düşündükleri, Sabina, Franz, Kral Oedipus, aşk, seks ve kitsch üzerine oldukça yüzeysel değinen film, yukarıda da bahsettiğim Kundera’nın anlattıklarına ve büyük yürüyüşe hiç değinmemiştir.

Yönetmen Philip Kaufman, Jean-Claude Carriere’in yardımına ve Sven Nykvist’in muhteşem sinematografisine rağmen oldukça başarısız. Belki yönetmen olarak Milos Forman ya da Agnieszka Holland daha iyi seçimler olabilirdi. Kuafman o kadar kötü ve soğuk bir atmosfer yaratmış ki Daniel-Day Lewis, Juliette Binoche ve Lena Olin’in oyunculukları göze batıyor. (en başarılı oyuncu kuşkusuz Karenin rolündeki köpek) Özellikle, her ne kadar sevsem de, Juliette Binoche kesinlikle Tereza değil. Ha bi de karakterlerin İngilizce konuşmaları, hem de aksanlı, karın ağrısı!!

Lütfen, filmi izlemeden önce, kitabı okuyunuz. “Einmal ist keinmal” Ve sadece bir kere olan şey, diyor Alman özdeyişi, hiç olmamıştır. Bu yüzden kitabı ikinci kez okumanızda yarar var.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Hiroshima mon amour




"Tıpkı aşkta olduğu gibi bir sanı beliriyor insanın içinde, hiç unutamayacağı sanısı, ben de hiç unutamayacağım sanmıştım, Hiroşima'yı bu yüzden… Bir kaç yıl içinde, seni unuttuğum zaman, bu çeşit başka hikayeler geçince başımdan, aşkın unutuluşu olarak anacağım seni. Unutmanın korkunçluğu olarak düşüneceğim bu hikayeyi."

Hafıza, Alan Resnais'nin filmlerinin temel temasını oluşturur. Hiroshima mon Amour filminde de genel olarak hafıza olgusu ve geçmişin geleceğe etkisi ön plandadır. Resnais, dokümanter ve kısa filmlerle başladığı sinema kariyerinin ilk uzun metrajlı olan filmini yine belgesel olarak çekmeği düşünmüş, sonradan uzun metraja karar kılmıştır. 1945’teki nükleer saldırının belgesel görüntülerini, yeniden inşa edilmiş Hiroşima’yı ve müze görüntülerini hikayenin üzerine başarıyla serpiştirmiştir. Aslında filmin bir hikayesi olduğunu söyleyebilmek zor. Hiroshima mon Amour da, bir filmde oynamak üzere Hiroşima’ya gelen Fransız bir aktrisin ve burada yaşayan Japon bir mimarının bir günde yaşadıkları aşkın, savaş ile beraber her ikisinin belleğinde geçmişin geleceğe olan etkisini görürüz. Hiroşima’nın yaşadığı trajediyi, toplu acıyı, ve bu acıyı paylaşan mimara olan aşkı ile beraber, savaşın korkunçluğunu ilişkilendiren kadın, Nevers adındaki Fransız kasabasında savaşın getirdiği başka acılarla dolu geçmişini hatırlar. Hafıza denen şeyin ne kadar can acıttığını bir kere daha hatırlatan film, kadının yaşadıkları ile Hiroşima'da olanlar arasında koşut bir anlatım vardır. Kadının geçmişini unutamayışı, yeniden oluşturmaya çalışması ve kaybedilen değerler.

Resnais’nin bu filminde Fransa’nın önemli düşünürlerinden Henri Bergson ile yazar Marcel Proust’un etkilerini açıkça görüyoruz. Ancak filmi asıl başarıya ulaştıran etken, senarist Marguerite Duras ile Alain Resnais arasındaki düşünsel uyumdur. Duras’nın en önemli kitabı olan L’amant’ın sinema uyarlamasının neden Hiroshima mon Amour’un gerisinde kaldığı da burada ortaya çıkıyor.


Fransa’nın o dönemde, sömürgesi durumunda bulunan Vietnam’da doğan Duras, kitaplarındaki hikayelerini de burada yaşadığı olaylardan esinlenerek yazmıştır. Her iki kitabı da bu çerçevede ortaya çıkmıştır. Resnais, Fransız Yeni Dalga akımının üyelerinden biri olarak bilinse de sinema kariyerine başladığında geleneksel anlayışın dışında eserler vermiştir. Duras’da yazarlık serüvenine başladığında hiçbir akımla özdeşleştirilemeyecek ölçüde kişisel eserler yaratmıştır. Duras’nın eserleri, hafıza olgusuna ve geçmişin geleceğe olan etkisine karşı kaygılı bir duruş içerir. Resnais, Duras’nın eserini doğal ve şiirsel bir ustalıkla sinemaya uyarlarken, Jean-Jacques Annaud, L’amant ile bunu başaramamıştır.

Duras, Fransız sinemasının etkin isimlerinden biridir, çünkü sadece senarist değil aynı zamanda yönetmendir de. Tam 19 kısa ve uzun metrajlı filmi vardır. L’amant’ı izlediğinde filmi beğenmemiş ve bu benim kitabım olamaz demiş. Gerçektende Annaud, kitabın derinine inememiş, oldukça yüzeysel bir film yaratmıştır. Yine de Annaud’a tamamen haksızlık etmemek gerek. Duras “yaşamımın bir öyküsü yok” der, bu eserleri içinde geçerli. Eserlerinde öykü, öncesinde ya da sonrasında yer alan başka görüntüler, çekilmiş ya da çekilmemiş başka resimler arasında bağlantı kurarak, dağınık olarak anlatılır.

Son bir nokta daha. Artık iyice nefret eder hale geldim bu durumdan. Yazar Fransız, öykü Fransızca, yer Vietnam ve üstelik filmin adı da Fransızca olmasına rağmen Annaud’un L’amant’ın da geçen diyaloglar İngilizce. Gerçekten katlanılır gibi değil. Bu yüzden kitabın ruhunu yakalayamıyorsunuz. Filmin başarılı bulduğum tek yanı ise sinematografisi. Annaud kitapta geçen erotik sahneleri daha başarılı çekmek için, Robert Fraisse ile çalışmış. Hakkını vermek gerek erotik sahneler oldukça başarılıydı. Bu başarı da Fraisse’yi üçüncü sınıf erotik filmlerden daha yukarıya taşımıştır.