18 Kasım 2012 Pazar

Ordet

Søren Kierkegaard


“Ben dünyanın ışığıyım, ama karanlık bunu anlayamadı. Kendi içime ulaştım ama, içim beni kabul etmedi.”

Johannes de silentio, Soren Kierkegaard’ın, Korku ve Titreme kitabında kullandığı mahlasıdır. Filmde var olan Johannes karakteri ise, ilahiyat eğitimi aldıktan sonra, Tanrı düşüncesi üzerine kendini fazla verdiğinden dolayı aklını yitiren ve kendini İsa sanan bir karakterdir. Johannes karakteri filmde İsa’nın bir izdüşümüdür ancak Kierkegaard ile de biyografik benzerlikler taşır. Kierkegaard gibi Danimarkalı olan yönetmen Carl Theodor Dreyer’in bu filminde yalnızca Johannes karakterinde değil, filmin tamamında Kierkegaard’an etkilenmeler görüyoruz.

Dreyer, kamerasını çok az hareket ettiren bir yönetmendir. Oyuncuların donuk bir tonlamayla konuştuğu, yavaş ve sükunet içinde akan olaylar ile seyredilmesi zor filmler yaratmıştır. Ancak bu donukluğun arkasında, yoğun duygular ve güçlü bir inanç vardır. Bu nedenle Ingmar Bergman ve Lars von Trier başta olmak üzere bir çok yönetmeni etkilemiştir.

Ancak Dreyer, Bergman ve Trier gibi inancını kaybetmiş biri değil tam tersine, filmlerinde inancın sınırlarını zorlayan bir yönetmendir. Ordet’te, Kierkegaard felsefesi ve Dreyer’in inancı çerçevesinde hareket eden bir filmdir.

Ordet, 1925 Danimarka’sının bir köyünde Borgen ailesi üzerinde geçiyor. Morten Borgen Tanrı’ya inanan yaşlı bir adam, büyük oğlu Mikkel Borgen iyi kalpli fakat Tanrı’ya inancı olmayan bir karakter, ortancası Johannes ilahiyat eğitimi aldıktan sonra, Tanrı düşüncesi üzerine kendini fazla verdiğinden dolayı aklını yitiren ve kendini İsa sanan bir karakter, küçük oğlu Anders genç ve komşuları terzi Petersen’in kızı Anne ile evlenmeyi isteyen bir karakter ve son olarak, Mikkel’in karısı Inger, herkesin üstüne titreyen ve ailedekilerin üzülmesini istemeyen bir karakterdir. Film Borgen ailesinin komşusu olan Peter’in, kızının, onların inançlarıyla aynı ölçüde Tanrı’ya inanmadıklarını düşündüğü için Anders'le evlenmesine izin vermemesinden sonra, inananların arasında nasıl bir inanç ayrımı olabileceği ve yine inananların Tanrı’ya tüm varlıklarıyla birlikte inanıp inanmadıkları gibi konuların üzerine gidiyor.


“Kim iman olmaksızın tanrıyı severse kendisini yansıtır, kim tanrıyı severse tanrıyı yansıtır.”

Burada Johannes karakteri üzerine biraz değinelim. Baba Morten evinde bir rahibin olmasını istediği için Johannes’i dini öğretilerle büyütür. (Kierkeegard’ın aşırı bağnaz olan babası gibi) Sonunda bu dini öğretiler onun aklını alır ve Johannes gerçeklikten tamamen kopar. Fakat bunun kazanımı, onu istediği şeyi kendi içselliğinde sonsuza kadar yaşatabilme imkanı vermiştir. Bu dünyadan çekilir ama sonsuzlukta yaşamaya devam eder. Teslimiyet, kişinin en çok sevdiği ümitlerini, o ümit ettiği şeyin erişilemez olduğunu gördüğünde terk etmesidir. Ancak bu bir terk değil, feragat etme eylemidir. Bunun içinde çok güçlü bir duyguya ihtiyaç vardır, bu da kuşkusuz iman’dır. Johannes sıçrayışı gerçekleştirmiştir.

Kieergaard’ın kitabına ilham olan, İbrahim’in yolculuğu bu noktada ortaya çıkar. Korku ve Titreme’nin merkezinde, İbrahim’i anlayabilmek yer alır. İbrahim’i nasıl anlayabiliriz? İbrahim’in tam bir asır sonra, 100 yaşındayken bir mucize eseri sahip olduğu, canından bile çok sevdiği oğlunu öldürmek üzere hançerini kaldırmasına sebep olan inancını nasıl anlayabiliriz? Kierkeegard’ın merkezine aldığı bu hikayeyi Dreyer İbrahim üzerinden değil, İsa üzerinden giderek ele alıyor. Dreyer, baba Morten’i bu nokta da İbrahim’in İshak ile girdiği gibi bir sınava sokuyor. İman, kişinin ancak en değerli bulduğu, onsuz yaşayamayacağı şeyi kaybetmeyi göze alıp almadığında ortaya çıkar. Sonuçta iman, acıdan doğar.

İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye hazırlandığı bir noktada olduğu gibi filmde de mucize, ne erken ne de geç, tam gerektiği anda gerçekleşir. Inger’in ölümü ile beraber, yollarını kaybetmiş olan Morten ve Peter, tekrar gerçek imanın yoluna girerken, mucize ile beraber Mikkel’de sıçrayışı gerçekleştirir ve Tanrı’sına kavuşarak, inancını bulur.

Korku ve Titreme üzerine güzel bir yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

Hemen hemen aynı konular üzerinde duran Tarkovskiy'nin Offret'ini de izleyebilirsiniz.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Il grande silenzio




Dize kadar kar, fırtına, soğuk, karanlık bir atmosfer ve şaşırtıcı bir son. Il Grande Silenzio izlediğimiz diğer western türlerinden oldukça farklı bir film.

1960lı yıllarda bir grup hevesli İtalyan yönetmen özendikleri Amerikan Kovboy filmlerinden öykünerek filmler yapmaya başlamış, düşük bütçeleri nedeniyle küçümsenmiş ve bu nedenle adlarına Spagetti Western denmiştir. Ancak 1964e geldiğimizde Sergio Leone, Akira Kurosawa’nın da “desteğiyle” Bir Avuç Dolar’ı çektiğinde beklenmedik maddi ve manevi bir başarı yakalamış ve Spagetti Western artık görmesi gereken saygıya ulaşmıştır.

Bu dönemde Sergio Leone benimde sevdiğim, çok iyi filmler yaratmış hem Spagetti Western türünün hem de kendinin adının dünya çapında duyulmasını sağlamıştı. Leone o dönem bu kadar popüler olmasına rağmen, onun açtığı yolda Leone kadar olmasa da başka bir yönetmen daha başarılı işlere imza atıyordu. Sergio Corbucci.

Oldukça farklı türlerde filmlere sahip olan Corbucci, Leone ile yükselen Spagetti Western furyasına ilgisiz kalmamış ve kendisinde en çok bilinen filmlerini 60lı yıllarda çekmiştir. Django ile beraber yükselişe geçen Corbucci, İl Grande Silenzio ile beraber Spagetti Western türüne farklı bir soluk getirmiştir.

Western filmlerinin çoğunda kanundan kaçanları yakalamak için ödül avcıları vardır. Bu türde genellikle iyilerin yanlarında görmeye alıştığımız ödül avcıları (bkz: Clint Eastwood) bu sefer haydutları öldüren güzel insanlar olarak değil kanunu kendileri çizmeye çalışan çıkarcı adamlar olarak gösterilmişlerdir. Haydutlar ise açlıktan ölmemek için hırsızlık yapmak gibi masumane suçlar işleyenler olarak gösterilmiştir. Olayların geçtiği Snowhill kasabasında kimin suçlu kimin suçsuz olduğuna karar verebilecek bir otoritede olmadığı için Westernlerde görmeye alıştığımız üzere peynir ekmek gibi insan ölmektedir. Bu yüzden kasabaya bir şerif atanır ve olaylar alevlenmeye başlar.

Şerif kasabaya giderken, haydutlar tarafından atı yenmek için çalınır ve soğuktan donmak üzereyken posta arabasına denk gelir. Şansa bakın ki arabada filmin can karakterleri ödül avcısı Tigrero ve intikam almak için Snowhill’e giden Silence ile karşılaşır. Bu noktadan sonra bu üçlü arasında gerilim giderek artacaktır.

Peki bu üçlü arasında nasıl bir ilişki vardır. Tigrero bir ödül avcısıdır.  Soğukkanlı, geveze, yılışık ve fazlasıyla acımazsız biridir. Silence ise babası ödül avcıları tarafında öldürülmüş, kendiside bu yüzden konuş(a)mayan dingin ve alışık olduğumuz üzere cool bir karakterdir. Silence ağzı yerine silahını konuşturur!! Şerif ise tam bir saf, ne yapacağını tam olarak bilemeyen bir karakterdir ve oyundan da bu yüzden çabuk düşer. Bir süre sonra yaşanan olaylardan dolayı Silence, Tigrero’yu öldürmek zorunda kalacak ancak bu hiç de beklediği gibi olmayacaktır.

Filmin iki başrol oyuncusuna değinecek olursak. Silence karakterini canlandıran, Jean-Louis Trintignant en büyük Fransız aktörlerden biridir. Bir İtalyan Spagetti Westerninde oynamayı ancak İtalyanca konuşmamak şartıyla kabul eder Trintignant (ki zaten İtalyanca bilmemektedir) Bu yüzden senaryo da buna göre düzenlenir. Gayet yakışıklı ve karizmatik haliyle yine başarılı bir rol çıkaran Trintignant Western tarihinin en başarılı karakterlerinden birine can verir. Buna rağmen filmde asıl ön plana çıkan karakter Tigrero olmuştur. Klaus Kinski, kıyafetleri, duruşu, bakışı, altın sarısı saçlarıyla Silence karakterini bile aşar ve kötünün de kötüsü bir karakter olmasına rağmen karizmasıyla bizleri etkilemeyi elbette başarır.

Bir western filmindeki en önemli noktalardan biride filmin adıdır. İl Grande Silenzio hem adı, hem Tarantino’yu bile etkileyen yönetmeni hem harika oyuncuları hem de yine Ennio Morricone’nin harika müzikleriyle karanlık ve farklı bir deneyim için izlenmeyi bekliyor.