22 Ekim 2011 Cumartesi

Salò o le 120 giornate di Sodoma


“Her şey aşırıya kaçtığında güzeldir.”

Hayatın özü gibi sanatta çelişkilerle doludur ve her sanat eserinde olduğu gibi sinemada da belli bir görüş çerçevesinde birlik yoktur. Sizin hayran olduğunuz bir film başka birine iğrenç gelebilir. Bu da gayet doğaldır. Ancak bazen filmin iyi ya da kötülüğü ile yetinemezsiniz. Sinema tarihi boyunca bir çok yönetmenin filmleri yüzünden başı belaya girmiştir. Kuşkusuz bunların en talihsizi Pier Paolo Pasolini’dir.

Luis Bunuel 1929 yılında çektiği Un Chien Andalou ile sinemaya hızlı bir giriş yapmıştı. Elbette bunun kendisine pahalıya patlayacağını biliyordu. Filmin ilk kez gösterileceği salona giderken, Bunuel ve Salvador Dali, filme karşı çıkacak bir olaya karşın ceplerini taşlarla doldurmuşlar, film yayınlandıktan sonra da Bunuel evinden çıkamaz olmuştu. Çıktığı zamanlarda da belinde iki silah taşıyordu.

Sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olan Tarkovsky bile Zerkalo filminden sonra hakaret dolu mektuplar almış, kendisini polise şikayet edenler bile çıkmıştır. Sinema tarihinde bu gibi örnekler her zaman olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Şimdi talihsiz yönetmenimizin filmine geçelim.

Film her ne kadar Marquis de Sade’nin kitabından uyarlansa da Pasolini’nin kendi hayatından da izler taşır. Bunun yanında filmde geçen konuşmalara bakarsak Baudelaire ve Nietzsche’den etkilenmeler olabilir. Filmin konusu faşizm İtalya’sında geçmesine rağmen olayların geçtiği Salo şehri Nazi Almanya’sının kontrolündedir. Dönemin önde gelen dört zevk düşkünü, sekiz kız ve sekiz erkeği yakalayıp bir şatoya kapatır. Bunlarla beraber dört yaşı geçkin fahişe ile bu gençlere fiziksel, cinsel ve ruhsal işkenceler uygularlar. Filmde geçen şiddet ve sadizm dolu olayların fazlalığı faşist kurumlara yapılan eleştiridir. Bunun yanında kapitalizmi eleştiren sahnelerde vardır.


"Merhamet yok, kan dökmeden."

Filmde geçen pornografik ve şiddet sahnelerinin çokluğu o dönem filmi izleyenlerde bir çok rahatsızlığa yol açmış, filmi sonuna kadar izlemeyi başaramamışlardır. Filmin izlenilmesi halen bazı ülkelerde yasaktır.

Sanırım filmin güzel olan tek yanı Ennio Morricone’nin müzikleri.

“Tüketim, kapitalizmin tamamen yeni devrimci bir biçimi. Hedonizmin keşfi, toplumsal düzenin artık fakirleri istemediği anlamına geliyor. O, tüketebilecek olanları, zenginleri ister; iyi yurttaşlar değil, iyi tüketiciler.
Tüketicilik İtalya'nın tarihinde yaşadığı ilk gerçek birleşme. Bu oldukça korkutucu. Alternatif ne? İntihar. Aydın intiharı diyelim... Öte yandan bu, bir yanıyla asla kabul edemeyeceğim terörizm ve santajın bir parçası. Sanatçı, şair, tam da intihar etmeyen, her şeye rağmen yaşayandır. Sanat her şeyden önce canlıdır. Canlılığın olmadığı yerde sanat olmaz. Aydın intiharı... Hayır, intihar etmiyorum. Üzgünüm.” Pasolini.

Pasolini, bu filminden sonra feci halde dövülmüş ve kafasının üzerinden arabayla geçilmiş halde ki cesedi sahilde bulunmuştur.

Not: 2012 de Federico Bruno yönetmenliğinde çekilecek olan Pasolini'yi anlatan filmde Pasolini'nin katilini kendisi oynayacak. Katil Pino Pelosi konu ile ilgili olarak "mekan aynı, katil de ben olunca geceleri kabus görür hale geldim. Ama cezamı fazlasıyla çektim. Gerçek katili oynamak anlatılması güç bir duygu" demiş.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Le Fantôme de la Liberté


Öncelikle filmin yönetmeni Luis Bunuel ile başlayalım. Bahsedeceğimiz filmde de olduğu gibi Bunuel, daha Un Chien Andalou (1929) ile birlikte sinemanın kurallarını çiğnemeye başlamıştı. Bu daha başlangıçtı, ve Bunuel bu başlangıçla beraber kendi özgü sinemasını yaratan ender yönetmeler arasına adını yazdırmıştı. Bunuel’in filmleri hangi türe girer? Bu soruyu sormak saçmadır, çünkü o, başlı başına bir türdür zaten. Onun filmlerine baktığımızda konformizme karşı protestosunu görürüz. Bunuel’in filmleri uzlaşmaz ve acımasız olsa bile Tarkovski’nin de belirttiği gibi aynı zamanda duygusal ve şiirsel bir bilince de sahiptir. Böylece Bunuel filmlerinde seyirciyle yüzeysel olmayan, aynı zamanda duygusal olarak allak bullak edici bir dille konuşmayı başaran bir sanatçı olduğunu kanıtlamıştır.

Filme gelecek olursak, belli bir özet yapamıyoruz. Belli bir giriş gelişme sonuç olmamasına rağmen, akan olayların ne hakkında olduğunu kavrayabiliyoruz. Kurgu belli bir sinema kuralı çerçevesinde devam etmemesine rağmen, bir süre sonra her şeyin beklenebilir olmasından dolayı özgürleştirici bir tavır ortaya çıkıyor. Bu da Bunuel sinemasının en büyük özelliği.

Özellikle yemek yeme ve çocuğun kaybolma sahneleri ile film, yönetmenin en sıra dışı olan filmlerinden biri olmayı başarabiliyor.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Enter the Dragon


Bir çoğumuzun çocukluğu -özellikle erkeklerin- Cüneyt Arkın’ın filmleriyle geçmiştir. O filmlerde Cüneyt ardı sıra adamları döverken, fonda hep aynı şarkı çalar ve hem Cüneyt’in adamları dövmesi hem de fonda çalan şarkının gazıyla birçoğumuz evin içinde ya da sokağa çıkıp arkadaşlar arasında dövüş figürlerimizi sergilerdik.

Daha sonra gaza gelen milletin sadece bizim olmadığımızı, Kanal D’nin Pazar sabahları ve daha sonra Samanyolu Tv'nin iki hafta bir verdiği Enter the Dragon filmi ile anladım. Tabi, müzik aynı müzik olmasına rağmen, filmde geçen dövüş sahnelerinin daha gerçekçi olması bizi daha çok gaza getirdi orası ayrı.

Enter the Dragon, Bruce Lee, harika film müzikleri ve sekansları ile çoktan efsane olmuş bir filmdir. Ayrıca filmin çekimleri bittikten sonra nedeni belirlenemeyen bir nedenden dolayı Bruce Lee ölmüştür. Belki bu filmin daha çok sevilmesine neden olmuştur.

Böylece bu film ile Bruce Lee'yi tanımış ve Bruce Lee efsaneleri kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştır. Özellikle ölümü üzerine yok artık denecek kadar efsane vardır.

Filme kısaca değinecek olursak, gizli servis Lee'den Han adında bir uyuşturucu patronunun düzenlediği bir dövüş turnuvasına katılmasını ister. Lee geçmişte kız kardeşini öldüren dövüşçünün de yer aldığı bu turnuvaya girmeyi hemen kabul eder. Böylelikle hem intikam alacak hem de uyuşturucu şebekesini ortaya çıkarıp yıkacaktır. Burada Lee’nin yanına iki yardımcı verilmiş, yardımcılardan biri olan afro-amerikan da benim filmdeki favorilerimden biridir.

Aynı zamanda Jackie Chan filmde figüran olarak yer almış ve Bruce Lee tarafından dövüş esnasında öldürülmüştür.

ve işte o efsane müzik:


3 Ekim 2011 Pazartesi

Ratcatcher


Kadın elinden çıkmış bir kaç film izledikten sonra, kadın yönetmenlere ilgim oldukça arttı. Bu yüzden bu aralar daha çok kadın yönetmenlerin ellerinden çıkmış filmler izlemeye özen gösteriyorum. Bunun sonucunda izlediğim filmlerden biri de Ratcatcher.

Glasgow doğumlu bir yönetmen olan Lynne Ramsey, ilk uzun metrajlı filminide, büyüdüğü topraklarda çekerek, oldukça doğru bir iş yapmış. Ramsey fotoğrafçılıktan gelme bir yönetmen ve bu yeteneğini de sinemada başarılı bir şekilde kullanıyor. Kısa filmlerle başladığı sinema kariyerine Ratcatcher, Morvern Caller ve son olarak adını daha çok duyuran We Need to Talk About Kevin ile devim ediyor.

Filme gelecek olursak, konusu bize yabancı değil. Çocuk yaşta olan kahramanımız, yaşadığı olaylar sonucunda ne çocuk kalabilmiş ne de büyüyebilmiştir. Aralarda bir yerlerde saplanmış, bu iki ruh hali içinde gidip gelmektedir. Bunun en güzel örneği de François Truffaut'n Les Quatre Cents Coups filmidir. Haliyle Ratcatcher bu film kadar başarılı olmasa da türün güzel örneklerinden biri olmayı başarıyor.

Filmdeki diğer göze çarpan unsursa, kahramanımızın yaşadıklarından kaçış noktası olarak çavdar tarlasını seçmiş olması. Konusu itibariyle film, J.D. Salinger'in The Catcher in the Rye romanını anımsatıyor.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Rumble Fish


Öncelikle filmin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan başlayayım. Onu Godfather, Apocalypse Now, The Conversation gibi harika filmlerinden tanıyor ve seviyoruz. Ama ona karşı hayranlık beslememe sebep olan filmi ise Rumble Fish. Elbette bu film diğer saydığım filmlerin arkasında kalıyor. Ama izleyiciye verdiği sıcaklık diğerlerinden daha fazla.

Filmde, bu sıcaklığı sağlayan ise bir grup gencin yaşam hikayesi. Olaylar 80lerde geçiyor ve bize oldukça tanıdık. 20li yaşlarda olanlar haliyle bu filmi oldukça seviyor. Bu sıcaklığı sağlayan diğer bir faktör ise şimdilerde çoğumuzun tanıdığı isimlerin o dönem ki gençlik hallerine şahit olmamız. Matt Dillon, Mickey Rourke, Diane Lane, Nicolas Page, Laurence Fishburne ve Sofia Coppola. Bunların dışında Tom Waits ve Dennis Copper'ı da filmde görmek oldukça hoş.

Filmin konusunu kısaca özetleyecek olursak, Rusty James (Matt Dillon) abisinin de bir zamanlar içinde bulunduğu çete savaşlarının tekrar ortaya çıkmasını istemekte ve kendisini bir çete lideri olarak görmektedir. Ancak bu dönem artık kapanmış, gençler uyuşturucuya giderek kapılmıştır. Abisi, The Motorcycle Boy'un (Mickey Rourke) geri dönmesi ile Rusty tekrar bu hayallere kapılmaya başlar.

Filmin konusu oldukça tanıdık. Ancak Coppola bu tanıdık hikayeyi muhteşem esere dönüştürebiliyor. (Bu aralar bu yapabilen bir yönetmen daha var. O da Darren Aronofsky.  Bkz: Black Swan, The Wrestler) Coppola bu filmi abisine ithaf ediyor. Filmde geçen abi kardeş ilişkisi, bir çok abi kardeş ilişkisine yakın olduğu için bence bütün abi kardeşlere ithaf edilebilir.


Tekrar konuya dönecek olursak, Rusty, ortada kendisine idol olabilecek bir baba ve anne bulamayınca, abisini örnek alıyor ve sürekli ona benzeyeceğini söylüyor. Öyle ki onu kızlarla bile paylaşamıyor. The Motorcycle Boy'a gelecek olursak, Rusty James'e hak vermemek elde değil. Mickey Rourke, karizması, sakinliği ve kısık ses tonu ile sinema tarihinin en cool karakterlerinden birini canlandırıyor. Miki filmde kendisininde söylediği gibi çocukluğu beş yaşında bırakmış, herşeyi görmüş geçirmiştir. 21 yaşında olmasına rağmen 30unda gibi gösterir. (Gerçektende Rourke filmde 31 yaşındadır)


Rusty ise bunun tam tersi kaç yaşına gelirse gelsin asla çocukluktan çıkamayacaktır. Baba (Dennis Hopper) Rusty'e, "onun gibi olmak istemezsin. şuna bak; istediği her şeyi yapabilir ama yapacak hiçbir şey bulamıyor." der. Gerçektende Miki'nin bu yaşadıkları artık onun bir ödülü değil laneti haline gelmiştir. Ancak Rusty bunu asla anlayamaz.

Rumble Fish de, Les Quatre Cents Coups filminde de oldugu gibi kacis ve ozgurluk okyanus'u simgeler ve filmde okyanus'ta sona erer.