17 Eylül 2011 Cumartesi

The Maltese Falcon & The Treasure of the Sierra Madre

Bu iki filme baktığımda, ah nerede o eski Hollywood, diye iç çekiyorum. Belki farkındasınızdır Hollywood bu aralar epey sıkıntı içinde. Kaliteli yönetmen sayısı azken, ellerinde bulunan birkaç yönetmeni de gişe filmleri uğruna heba ediyorlar. (bkz: Christopher Nolan) Özellikle özgün senaryo sıkıntısı ilk sırada. Tekrar filmleri, sürekli kitaplardan uyarlamalar –özellikle dünya klasikleri uyarlamaları 2012 ile hız kazanacak– ve en can sıkıcı olan yeniden yapımlar. Neredeyse her Uzakdoğu filmini yeniden çeviren Hollywood, 2009 yılında Yabancı Film Oscar’ını alan El Secreto de sus Ojos filmini de yeniden çekmek için kolları sıvamış. İşin en acıklı yanı ise bu filmin 2009 yapımı olması. Neyse geçelim filmlere.


1941 yapımı olan The Maltese Falcon, John Huston’ın ilk filmi olması üzere, Humphrey Bogart’a da başta Casablanca olmak üzere birçok başarılı filmde oynama şansı vermiştir. H. Bogart bu filmde bir dedektifi canlandırmakta, tabii ki oldukça karizmatik ve cool tavırlar takınmaktadır. Bu filmden bir sene sonra Casablanca da oynadığı rolle de bunu pekiştirmektedir. En önemli özelliği ise elinden sigarasını düşürmemesi, üstünden ise trençkotu çıkarmamasıdır. Bu özelliği ile anti-kahraman karakterlere ilham olmuştur. Bunlar bir tanesi Le Samorai filmindeki Jef Costello karakteridir. Bu örneği vermekteki amacım, bu karakteri canlandıran Alain Delon’un oldukça yakışıklı ve pembemsi bir tene sahip olması ve karizmasının da büyük çoğunluğunun bu özelliklerinden gelmesidir. Ama H. Bogart da böyle özellikler yoktur. Oldukça karanlık yüzlü ve çirkin bir adamdır. Bu da Bogart’ın insanlar tarafından (özellikle erkekler) bu kadar sevilmesinin nedenidir. Bu özelliklerinin var olması Bogart’ın farklı filmlerde başarılı olmasını sağlamıştır. Bunlardan biriside yine John Huston & Bogart birlikteliği olan The Treasure of the Sierra Madre filmidir.

 

The Treasure of the Sierra Madre bana göre J. Huston & Bogart birlikteliğinin en iyi filmidir. Alışılmış Bogart karakterleri dışında bu filmde, Bogart fakir, bencil, paragöz, üç kağıtçı bir rolü canlandırmaktadır. Bu sayede üzgün bakışlı suratı da filmdeki karakterine cuk oturmuştur. Ve bu filmde belki de Bogart en iyi işini çıkarmaktadır. Özellikle filmin ikinci yarısında delirdiği, kendi kendine konuştuğu sahneler harikadır. Filmin genel konusu açlıktan kıvranan üç adamın el ele vererek bu sefaletten kurtulmak için, altın aramaya başlamasıdır. İhtiyar (Walter Huston) daha önce defalarca altın aramış bu işte oldukça tecrübelidir. Altın aramakla ilgili yaptığı bir sohbette Dobbs (Bogart) bunu duyar ve arkadaşı ile bu işi yapmaya karar verir. İşe başlamadan önce çok az paraya razıyken, zamanla iş rayından çıkar ve Dobbs yavaş yavaş delirmeye başlar.

İkinci filmdeki oynadığı rol ile Bogart’ın karizması bütün hayranlarının gözünde yerle bir olmuştur. Bu da rolünü ne kadar iyi canlandırdığının bir kanıtıdır.

Sizde ah nerde o eski Hollywood filmleri diyenlerdenseniz, bu iki filmi izlemenizi öneririm.

The Treasure of the Sierra Madre'yi buradan izleyebilir ya da bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

6 Eylül 2011 Salı

Sherlock Jr, Buster Keaton ve Film, Samuel Beckett


Sherlock Jr. 1924 yılında bugün bile çekilmesi çok zor sahneler bulunduran usta bir komedi filmidir. Kahramanımız sinemada makinist olarak çalışır ancak hayali bir dedektif olmaktır. Sevdiği kızı kaybetmemek için bu hayalini gerçekleştirmek zorundadır. Elbette bunu yaparken başında gelmeyen kalmayacaktır. Her şeyiyle güzel olan bu filmi izlemenizi öneriyorum.

Sherlock Jr’ın 45 dakika sürmesi nedeniyle Buster Keaton’ın yer aldığı başka bir filmi daha size önermek istiyorum.

Sherlok Jr'ı buraya tıklayarak youtube'tan izleyebilirsiniz.

Charlie Chaplin ile komedinin en büyük ustalarından biri olarak gösterilir Buster Keaton. Bu yüzden sık sık Charlie Chaplin ile karşılaştırılır. Bir komedi oyuncusu ve yönetmeni olmasına rağmen Keaton’ın yüzü hiçbir zaman gülmez. Melankolik bir yüz ifadesine sahip olmasına ve hiçbir şey yapmamasına rağmen insanları güldürür. Bu yüzden Chaplin ile ayrılır.

Keaton’ın trajikomik bir hayat hikayesi vardır. 1965 yılında yer aldığı kısa filmde bir nevi kendisini oynamaktadır. Senaryosu Samuel Beckett’ye ait olan kısa film renksiz, müziksiz ve diyalogsuzdur. Anlayacağınız tamamıyla sessiz bir filmdir. Beckett’nin hiçliğe, algılanmamaya, yok olmaya olan özlemini yansıtan bu film Keaton’ın da hayatından esinlenmeler içermektedir.

“Anlama duyulan bu ilgisizlik içinde, bu anlam arayışı da ne oluyor?” Samuel Beckett

5 Eylül 2011 Pazartesi

Kafka


Kafka'yı anlamak kolay değildir. Öyle ki Kafka'nın arzusu hilafina onun metinlerini imha etmeyerek, edebiyat, kültür dünyasına kazandıran arkadaşı Max Brod, bu metinleri Alman ozanı ve yazar Franz Werfel'e okuduğunda, Werfel, "Bodenbach sınırının ötesinde, Kafka'yı anlayan tek kişi çıkmayacaktır." demiştir. Bu yüzdendir, bir edebiyat sınıflandırılmasına olanak tanınmayan Kafka'nın eserleri, onun isminden yola çıkarak, Kafkaesk olarak tanımlanır.

Böyle bir filmin olduğunu ilk duyduğumda oldukça heyecanlanmış ve meraklanmıştım. Çünkü yukarıda da bahsettiğim üzere, sinemaya uyarlanması en zor yazarlardan biridir Kafka. Yine de çok fazla beklentiye girmeden izlenilmesi durumunda, Kafka meraklıları için hoş bir film olacaktır.

Steven Soderbergh, Prag ve Kafka’nın genel temasını filme güzel uyarlamış. Normal olarak kitaplarına bol bol değinme ve göndermeler var. Özellikle Şato’ya oldukça değinilmektedir. Biyografik olarak adlandıramayacağımız bu filmin türüne karanlık bir polisiye diyebiliriz.

Steven Soderbergh’in ikinci uzunlu metrajlı bu filmi bence başarılı. Favori yönetmenlerim arasında yer almasa da, kendisine ön yargılıda değilimdir. Filmlerini de oldukça kişisel bulmaktayım. (Oceans’lar hariç) S. Soderbergh’in seyrettiğim filmleri arasında en hoşuma giden filmi Kafka’yı izlemenizi öneririm.

Ayrıca bu filmin dışında 1962 yapımı Orson Welles filmi Le Proces ve 1997 yapımı Haneke filmi Das Schlob olmak üzere iki Kafka uyarlaması vardır, meraklılarına duyrulur.

"Zavallı Franz Kafka! Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetnamesinde bütün metinlerin yakılmasını talep eden Kafka'nın dramı ne kadar sarsıcı! Bu açıdan bakıldığında Kafka, ahlaken modası geçmiş bir dönemin parçasıydı. Zaten bu yüzden de Kafka bu kadar acı çekti, çünkü zamanına 'ayak uydurmasını' bilemedi." Andrey Tarkovski