29 Nisan 2011 Cuma

The Big Lebowski

(FUCK kelimesi ile harmanlanmış bir başyapıt)

But sometimes there's a man,
Sometimes...There's a man..


Bu filmi anlatmak için nerden başlamak gerekir aslında tam da emin değilim dostlar. Ama bir yerden başlamak gerek. Bazen bir adam vardır ona kahraman da demek mümkün ama bu adam kahraman diye onun serseri olması önünde bir engel yoktur. Çünkü her kahraman slip don giyip doğru vatandaş olmak zorunda değildir. O kahramanlardan biridir işte “Jeffrey Lebowski”; yani slip don giymeyenlerden. Aslında onun kahramanlığı, “bu dünyada sadece yaşamak için bulunanlar” için önem teşkil eder. Geri kalanlar için ise; yani amacı bu dünyada kat çıkmak, daha fazla para kazanmak, daha fazla prestij elde etmek için bulunanların kahramanı falan değildir. Aksine boş gezenin kalfalığını yapmaktır.
Jeffrey kendisine “Dude” denilmesinden hoşlanır. Çünkü onun için ismin de pek bir önemi yoktur. Passivist bir adamdır Dude. İşsizlik maaşıyla geçinen ve bowling oynamaktan hoşlanan biridir. Rutin onun hayatından zevk almasını sağlar. Çok fazla değişiklikten hoşlanmaz. Değer verdiği iki şey vardır; biri halısı, diğeri ise White Russian’dır.
Filmin diğer kahramanı ise Walter’dır. Walter Vietnam’da savaşmış ve savaşın travmasını atlatamamış aşırı milliyetçi bir gazidir. Dude’un en yakın arkadaşı ve onun başının belasıdır. Çok fazla hata da yapsa izleyen herkes filmin sonunda Walter’ı sever. Çünkü o lanet olası bir gazidir adamım. Bizler için savaşmıştır.

Filmin konusuna gelecek olursak; Dude, kendisiyle aynı ismi taşıyan Jeffrey Lebowski ile karıştırılır ve iki adam tarafından önce kafası klozete sokulur sonra da çok değer verdiği halısına işerler. Halı önemlidir onun için çünkü odanın görünüşünü tamamladığına inanır Dude. Bu olay üzerine adaşı olan iş adamı Lebowski’nin yanında soluğu alır. Yukarıda bahsettiğim adamlardandır Lebowski yani dünyaya sadece yaşamak için gelmeyenlerden... Dude’u halı konusunda azarlasa da birkaç gün sonra ona bir iş önerir. Karısını kaçıran adamlara fidyeyi teslim etmesini ister. Bizim Dude kabul eder. Çünkü Dude için kolay bir iştir bu. Ancak olaylar hiç de beklenildiği gibi gelişmez. Dude ve Walter için macera işte tam da burada başlar..
Filmin mutfağına inecek olursak; Coen (Ethan ve Joel) kardeşlerin yazıp aynı zamanda yönettiği filmdir. Ana oyuncu kadrosunu Jeff Bridges (Dude), John Goodman (Walter), Julianne Moore (Maude), Steve Buscemi (Donny) Philip Seymour Hoffman (Brandt)  ve John Turturro (Jesus) oluşturmaktadır. 
Film'in müziklerinde ise Credence Clear Water Revival, Bob Dylan, Gipsy Kings gibi baba isimlar vardır.
Film hakkında son birkaç söz:  Bu filmi kült ve efsane yapan diğer bir unsur filmden sonra ortaya çıkan “Dudeism” akımıdır. Kendi sitesinden Dudeism sertifikası alıp gururla duvarınıza asabilirsiniz. Filmin sonunda yüzünüzde kocaman bir gülümseme, John Turturro’nun yarattığı Jesus karakterine şapka çıkarma, Cast akarken çalan müzikte çılgınca dans etme gibi etkinliklerde bulunabilirsiniz. Arz ederim..

27 Nisan 2011 Çarşamba

Jules et Jim




Karakter: Catherine
Yönetmen: François Truffaut

Yıl: 1962

Bana, seni seviyorum, dedin. Ben sana, bekle, dedim.

Al beni, diyecektim. Sen bana, git, dedin.

Ménage a trois ilişkisinin kilometre taşlarından biri bu film. Jules ve Jim arasında kalan Catherine'i, "kendini felaketlerle ifade eden bir doğa olayı" diye tanımlar yönetmen Truffaut. Bir kadının kaçınılmaz kopuşundan doğan cehenneme* iki hayta kafadar'ı davetinin öyküsüdür. Her kadın gibi farkına varamadığımız hatalarımızı bize söylemek ya da belli etmek yerine yalnızca bedelini ödeten tavrının (ama bağışlanmak isteyen herkes hatasını öğrenmek isteyecektir) yanında "kadın doğaldır, yani korkunçtur" diyen Baudelaire'i doğrulayan bir hali vardır. Beyaz perdede olmasa kendisini nefretle karşılayacağımız bir kadın Catherine. Tıpkı Tolstoy'un Karenina'sı gibi. Onunla aynı sonu paylaşır da zaten. Dostoyevski'nin deyişiyle bu, öykü anlatıcılarının, toplumun öykü tarafından incitilen ahlak duygularını tamir etmek için o karakteri kırbaçlamak zorunda kalışındandır. Bizde öfke uyandıran, canımızı fazlasıyla sıkan baş karakter ölmelidir. Bazarov ölmüştür, Dorian Gray, Svidrigaylov, Thomas Glahn, Kaptan Ahab, Filippovna, Bovary ölmüştür. Fakat yine de sanat niçin vardır? Anlamak için. Ki anlamak bağışlamaktır.** Yitik bir bağışlama, işe yaramaz. Ama hayata dair bir anlamı da olmalıdır bunun.

Ve öykünün bir ayağı da İkinci Dünya Savaşına dokunur. Jules ve Jim'in tek ortak noktası, hatta trajedisi haline gelen Catherine cepheden gelen (biri Alman, diğeri Fransız ordusundadır) mektuplarda onların birbirlerine dair korkularına da tanık olur. Gerçek şu ki, bir kadın kendini yakın hissettiği erkeğin korkularına şahit olmak istemez. Fakat savaşın en sarsıcı özelliklerinden biridir işte bu; insanları tam anlamıyla tanıyabilmeniz için size fırsat sunar. Tıpkı sefalet durumunda olduğu gibi. Zaten ikisi aynı anlama geliyor çoğu kez. Ve savaş uzadıkça sefalet de artar: "Fransa'da savaş uzadıkça etekler kısalıyordu. Her izinde bir karı koca kavgası çıkıyordu; askerler alaya alınıyormuş hissine kapılıyorlardı. Ama aslında bunun nedeni kumaş bulmanın giderek zorlaşmasıydı." Bu öğretici deneyimlerden sonra kişi cephede delik deşik etmek istediği türe, insana tekrar tutunmak zorundadır. Bu eylemin yegane karşılığı yine Catherine olacaktır ve böylesi bir tutunuşun insanda yarattığı ontolojik boşluğu dolduran duygu, sonradan bir farkındalık durumuna yol açacak hayranlıktır:

-Ondan bir kraliçeymiş gibi söz ediyorsun.
-O zaten bir kraliçe. Seninle açık konuşayım. O çok güzel, akıllı, dürüst değildir ama gerçek bir kadındır. Sevdiğimiz, bütün erkeklerin arzuladığı bir kadın. Neden bu kadar aranılan Catherine, ikimizi onurlandırıyordu varlığıyla? Çünkü ona eksiksiz bir ilgi gösteriyorduk, bir kraliçeymişçesine.

Catherine ne istediğini bilmemenin değil, bir şey isteyememenin acısını çekiyordu. Kurtulmanın tek bir yolu vardı, dünyada yaşadığı bu cehennemden, kutsal kitapların bahsettiği bir diğerine en son istiyormuş gibi davrandığı adamı da yanına alarak gitmek.

* Hep düşünüyorum: "Acaba cehennem nedir?" Ve iddia ediyorum, cehennem, sevememekten ötürü acı çekmektir. -Karamazov Kardeşler, Fyodor Dostoyevski.
** Kim anlıyor peki onları? Ben değil, çünkü anlasaydım her şeyi bağışlardım. Anlamak bağışlamak demektir. -Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Ernest Hemingway.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Les amours imaginaires


Annemi Öldürdüm’ü bundan yaklaşık 1,5 sene izledim. Hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım Xavier Dolan’ın ismini nerden duyup da bu filmi izledim bilmiyorum. Muhtemelen Cannes Film Festivali’nde aldığı ödüllerin yankısı kulağımı geldiğinden. Filmin bende ilk hissettikleri, genel kanı olduğu üzere, anne-oğul ilişkinin başarılı bir şekilde yansıtılmasıydı.

Xavier Dolan aslında oyunculuktan gelme bir yönetmen. Küçük yaşlarda başladığı oyunculuğa, kendi yönettiği filmlerle devam etmiş, son filmi Hayali Aşklar’a kadar oyuncu/yönetmen olarak adlandırmamıza rağmen, Laurence Anyways filminde tamamen kamera arkasında kalacağını açıklayarak ağırlığını yönetmenliğe vermeye tercih etmiştir. Yine de benim isteğim yoluna Woody Allen gibi devam etmesidir.

Oyunculukta ilk dikkatleri üzerine çektiği filmler yine kendi filmleri olmasına rağmen. 17 yaşındayken oynadığı Miroirs d’ete kısa filminde ve 2008 yapımı Martyrs filminde kendisini görmekteyiz. Miroirs d’ete filminin kısa bir kısmını buradan Martyrs filmindeki bölümü de buradan izleyebilirsiniz.

Ayrıca Dolan 2010 yapımı Good Neighbours filminde rol alarak oyunculuğa da devam etmiştir.

Gelgelelim Dolan’ın tamamen kendisine ait olan filmlerine. Yönetmen, yazar, prodüktör ve oyuncu olarak yer aldığı ilk filmi Annemi Öldürdüm o dönem geniş yankı uyandırmış, Cannes Film Festivali olmak üzere bir çok festivalden ödülle dönmüştür. İstanbul Uluslararsı Film Festival’in de Halkın Seçimi Ödülü’nü de kazanan Dolan ülkemizde de böylece kendi kitlesini yaratmaya başlamıştır. Biyografik bir film olan Annemi Öldürdüm, Xavier Dolan’ın Citizen Kane’i de diyebiliriz. Dolan daha ilk filminde çıtayı oldukça yukarıya çıkarmıştır.


Dolan’ın ikinci filmi Hayali Aşklar her ne kadar iyi bir film olsa da yukarıda değindim gibi ilk filmin çıtasının çok yüksek olması nedeniyle yeterli olarak karşılanamamıştır. Yine de çağının sorunlarını ilk filminde olduğu gibi başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Asıl önemli olan ise Annemi Öldürdüm de yakalamaya çalıştığı “özgün” dil yaratma çabasından bu filminde uzaklaşmıştır. Elbette bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum. Çünkü Dolan Fransız sinema ekolünden gelen biri ve önünde örnek alabileceği yönetmen ve yazar oldukça fazla.

Godard, Truffaut, Cocteau, Rohmer, Ozon, Bertolucci, Rimbaud gibi Fransız sinemasının ve yazınının usta isimlerinden etkilenmeler haliyle olmuştur ve olacaktır da. Özellikle Rimbaud ile aralarında biyografik benzeşmeler vardır. Bunların dışında dünya sinemasından Kar Wai Wong’dan da esinlenmeler dikkat çekicidir.

Yine de benim son on yılda seyrettim en iyi sahnelerden biri budur. Tekrar tekrar izlenebilir.

 
Dolan sinema dünyasına hızlı bir giriş yapmıştır, bunda eminim ki herkes hemfikirdir. Ancak izleyicileri ikiye böldüğü de bir kesindir. Hala kafalarında soru işaretleri olanlar var, bunu da gayet normal buluyorum. Yine de 90 sonrası çağın en önemli yönetmenleri arasına adını yazdırmaya başarmıştır. Ancak adını etkilendiği büyük yönetmenler arasına yazdırıp yazdıramayacağını haliyle zaman gösterecektir.

Filmi buradan izleyebilir ya da bilgisayaranıza indirebilirsiniz.

Film üzerine Altyazı dergisinden bir söyleşiyi buradan ve bir incelemeyi de buradan okuyabilirsiniz.

Başka bir incelemeyi de, buradan okuyabilirsiniz.

Radiohead'in güzel bir şarkısı eşliğinde filmden görüntüler izleyelim.


.